Herkese merhaba,
Gündemsizliğin (ya da çok gündemliliğin) gündemdışılığında birkaç
şey paylaşmak istedim sizlerle. Aslında daha ayrıntılı yazmıştım ama
çok uzun olmaması için birçok şeyi çıkarmak durumunda kaldım...
1995 yılında, okula başladığım sene, Fizik Bölümü’nün kapısında
gördüğüm bir ilan dikkatimi çekmişti. Bir vakıf, Ankara’nın Mamak
tarafındaki varoş bölgelerinden birinde çocuklar, kadınlar ve
gençler için çalışacak gönüllüler arıyordu. ODTÜ’ deki bir topluluk
aracılığıyla form doldurup başvurdum. Bir iki hafta sonra aradılar,
çağırdılar, benimle görüştüler ve böylece sivil toplum (bu terimi de
sevmiyorum, keşke daha uygun bir şey bulabilseydik) içerisinde geçen
uzun bir deneyimin ilk paragrafına giriş yapmış oldum...
Çalıştığımız yer Kayaş Tepecik Mahallesi’nde, küçük bir barakaydı.
İlk başladığımda yaklaşık 25-30 kişilik bir üniversite öğrencisi
grubu tarafından, gönüllü olarak, bölgede yaşayan ve yaş seviyesi
ilkokul 3. sınıftan lise son sınıfa kadar olan çocuk grubuna
derslerine yardımcı olmak amacıyla ücretsiz kurslar veriliyordu.
Ayrıca kadınlara yönelik bıçkı-dikiş kursları (bunun binası ayrıydı)
gibi faaliyetler de bulunmaktaydı. Barakayla ve oradaki öğrenci ve
kadınların sorunlarıyla ilgilenmek ve de bizlere yardımcı olmak
amacıyla başımızda bir sosyal hizmetler uzmanı vardı.
Ben orta bir grubuna (o zamanlar orta birdi) İngilizce dersi
vermekle başladım. İlk gün gittiğimde bu ders için gelmiş olan bir
kız bir erkek yalnızca iki öğrencim vardı. Biz de sınıfta oturup
ders yapmak yerine barakanın girişindeki holde oturup biraz ders
yapıp biraz da muhabbet ederek (sonraki günler ve yıllarda bu en
sevdiğim uğraş haline geldi. O çocukların gerçek ihtiyacının sevgi,
anlayış ve kendilerini dinleyecekleri, kendilerine ilgi gösterecek,
onlara insan gibi davranacak bir abi ya da abla olduğunu görüp,
konuştukça, onları anladıkça, onlardan biri oldukça karşılarındakine
nasıl bağlandıklarını, gözlerinin nasıl ışıl ışıl olduğunu, nasıl
kendilerine güvenlerinin geldiğini görmek hayatımın en mutlu
anlarını oluşturdu hep) geçirdik o günü. Baraka (toplum merkezi)
çocuklara yönelik olarak sadece hafta sonları hizmet
veriyordu(derslerimiz Cumartesi ve Pazar sabah dokuzdan akşam beşe
kadar sürerdi. Kişin hava erken karardığından daha erken çıktığımız
da olurdu bazen). Bir sonraki hafta sonu yine dersime gittiğimde
sınıfa girmemle heyecanımın tavana vurması bir oldu. Çünkü ben yine
iki üç kişi beklerken, o küçücük sınıf dolmuş, çocukların cıvıl
cıvıl sesleriyle tam anlamıyla bir festival alanına dönmüştü. İşin
ilginç yanı yaklaşık 25 kişi olan sınıfta sadece bir erkek öğrenci
vardı. Yanlış hatırlamıyorsam önün da ismi Mehmet’ti. Yanılmadığımı
düşünüyorum, çünkü Mehmet’ in gözlerinde o gün gördüğüm, 20 küsur
kızın arasında olmanın ona vermiş olduğu tedirginliğin ifadesini
hatırladıkça hala gülerim.
O güne kadar zaman zaman, bazı arkadaşlarıma ya da arkadaşlarımın
kardeşlerine ders verdiğim olmuştu, ancak böyle bir durumla ilk defa
karşılaşıyordum. Açıkçası çocukların ait oldukları sosyal tabaka da
düşünüldüğünde gerçekten riskli bir ise girişmiş olduğumun da
farkındaydım. Bu konuda başımızdaki uzmanın ne kadar yardımı da
olsa, çocukların öngörülemeyen refleksleri, unutuldukları aile
yapısından bir çıkış olarak hatta aileleri olarak bizi görmeleri,
bizim yapacağımız yanlış bir hareketin onlar üzerindeki etkisini
istemediğimiz yönlere çekebilirdi. Biz orada derslerine yardımcı
olmak için, gönüllü olarak bulunuyorduk, ancak onların ihtiyaçları
aslında bambaşkaydı. Kalabalık aile yapıları içerisinde sevgisizlik,
tek göz odada yasam, aile içerisindeki her türlü ilişkiye şahit
olma, horlanma, ezilme, geçimsizliğin hakim olduğu, güçlü olanın
ayakta kalacağı veya güçsüzlerin güçlülerin boyunduruğuna gireceği,
girmeye mahkum olduğu bir ortamdaydık. Bu durumu görmek pek fazla
vaktimizi almadı. Oradaki çalışmalarımızı sürdürürken, barakanın
kapısında elinde kelebekli, bıçaklı gençler belirmeye başladı. Biz
derslerimizi yapmaya çalışırken camlarımıza taşlar atıldı, hatta
gönüllü öğretmenlerimizin bazılarına da taş atıldığını gördük, ancak
bunlar büyük boyutlara ulaşmadı hiç. Aslında ilginç şeyler de
yaşadık. Bu gruptan bazı çocuklarla zamanla iletişim kurmayı
başardıktan sonra bu tip davranışların ve bizim orada yarattığımız
bir takım rahatsızlıkların da sebebi anlaşılmış oldu kısmen.
Bu gençlerden biriyle daha sonra konuştuğumuzda, bize anlattıkları
gerçekten ilginçti. Söyle ki: O ortamda yaşayan hemen herkesin
aslında bir nebze yalnız olduğunu, birisi bir haksızlığa uğrayıp
(dayak yediğinde, gasp edildiğinde vs) polise gittiğinde, polis
tarafından işini kendisinin halletmesi yolunda bu kişiye telkinde
bulunulduğunu, kendileriyle ilgilenilmediğini, yalnız kalan ve orada
yaşamak zorunda kalan kişiye de çeşitli marjinal siyasi ya da dini
grupların el uzattığını, onlardan olması karşılığında bu kişilerin
kollandığını, bu kişilere bu gruplar tarafından maddi yardım da
yapıldığını anlattı. Kendisinin bu şekilde davranmak zorunda
olduğunu, Ankara’ ya gittiğinde (evet bu şekilde söylüyordu Kızılay,
Ulus değil, Ankara) başka bir insan olduğunu, burada bu şekilde
davranmazsa, gözükmezse var olma şansının azalacağını söyledi.
Sonraları bu çocuk (çocuk dedim ama aramızda en fazla 3 yaş vardı)
bize en çok yardımcı olanların başında geldi. Yardımcı olurken
takındığı tavırlar da ilginçti. Mesela ortalığı toparlarken yardım
eder ama söylenir, bize laf atar, yürüyüşü falan kabadayı bir hal
alırdı... Ama biz bilirdik önün ne düşündüğünü.. Sonra beraberce
eğlendiğimiz olurdu zaten bu durum hakkında...
Yine orada yaşayan başka bir gencin anlattıkları...Biz orada ilk
başladığımız sıralarda kendisinin lise bir öğrencisi olduğunu, bizim
oradaki varlığımızı ilk başlarda en başta görüntümüzden dolayı çok
yadırgadığını söyledi. Bizim gönüllüler arasında küpeli, uzun saçlı
erkekler, ilginç saç renkli ya da şekilli kızlar olduğu, bu kızlar
ve erkeklerin birbirlerine rahat davranışları, birbirleriyle rahat
konuşmalarının kendisini şaşırttığını ve yadırgattığını anlattı.
Ancak sonraları bu insanları, orada yaşayanlarla ilgilenirken, onlar
için karşılıksız çalışırken görünce etkilendiğini, çocukların ve de
ailelerin kendisinin pek de hoşlanmadığı bu insanlara karşı nasıl
sevgi ve saygı gösterdiğini görünce meraklandığını anlattı. Birkaç
defa derslerimize katıldığını, yaklaşımımızdan hoşlandığını,
sonraları sürekli gelmeye başladığından bahsetti. Bizim için en
ilginç ve mutluluk verici olanı, kendisinin lisede önüne geleni
tartaklayan bir yapıda olduğunu (oldukça iri bir çocuktu), ancak
bizimle karşılaştıktan sonra ve bizi tanıdıktan sonra bundan
vazgeçtiğini, saygı görmek istiyorsa başka türlü olması gerektiğini
anladığını söylediği andı. Bu genç adam, biz orada olduğumuz süre
içerisinde, ne zaman yardıma ihtiyacımız olsa, (musluk tamiri bile
dahil olmak üzere) yardımımıza koştu sonraları...
Gönüllü dinamiği daha sistemli bir hal almaya başlayınca, eğitim
faaliyetleri dışında çocukları ve gençleri sosyal faaliyetler
içerisine sokma amaçlı çalışmalarımız da olmaya başladı. Sinemalar,
tiyatrolar ayarlandı ücretsiz olarak ve çocuklar otobüslerle Ankara
dedikleri şehre gidip bu tıp faaliyetlerden yararlanma imkanı
buldular. Bu tıp faaliyetler gerçekten önemliydi, çünkü 10-11
yaşlarında olup da şehir merkezine bir kez olsun gitmemiş çocuklar
vardı. Yani bir sinema, tiyatro görmemiş, sosyal bir hayatın
içerisine girememiş, kendi çevresi dışında doğru dürüst kimseyle
tanışmamış çocuklar. Gidenlerin ya da gidebilenlerin çoğu da
çalışmaya (orada halen çocuk sahibi olmanın gerekçelerinden biridir
çocuğun çalıştırılması) gidiyorlardı.
Sonraları bizim öğrenci kitlemiz büyümeye başladı. Bir bahar günü
toplam mevcudumuzun yaklaşık 500-600’ e yaklaştığını biliyorum.
Çocukların buluştuğu, gelip muhabbet ettiği, bir şeyler danıştığı,
hatta kitap okuduğu bir merkez haline geliyordu barakamız. Hatta
çocuklardan bazıları aile baskısıyla gönderildikleri Kur’ an
kurslarına falan gitmeyip bizim oraya gelip derslere, faaliyetlere
katılırlardı. Gelenler için hiç ayrımcılık yapmazdık, bu yüzden de
sürekli oradaki faaliyetleri takip eden çocuklardan eleştiri bile
alırdık. Çünkü daha önce bahsettiğim kemikleşmiş bir kitleden olan
çocukları, çok ciddi bir durum yaratmadıkları sürece uzaklaştırmaya
çalışmazdık. Eğer böyle bir durum olursa da yaptığımız şey oradaki
ülkü ocağını aramak olurdu (bu çocukların ekseriyeti oraya
“takılıyorlardı”), ve oradan gelen bir “abı”leri bu çocukları
alırdı. Aslında bu da bizimle beraber çalışan ve orada oturan bir
arkadaşımızın fikriydi. Çünkü başka türlü o çocuklar o halde oradan
uzaklaşmazlar ve belki diğerlerine zarar bile verebilirlerdi.
(Kapıda volta atan, elinde kelebek sağlayan 15 yaşlarında bir çocuk
düşünün)Yalnız böyle bir abiyi gördüklerinde o çocukların nasıl
hazırola geçtiklerini, nasıl başlarını öne eğip, biraz önce herkese
sataşan o küçük bedenlerin nasıl da süklüm püklüm dışarı
çıktıklarını görüp üzülürdük.
Bir gün de ilginç bir şey yaşadık: Bir yerlerden bir miktar boya
bulup çocuklarla barakamızı boyayalım istemiştik. O gün mevcudumuz
da azdı ve herhalde en büyükleri 15 yaş civarındaydı. Çocuklarla
beraber boya yapar gülüp eğlenirken bir de baktık ki bu çocuklardan
bir tanesi eline bizim sprey boyalardan birin almış, barakanın
etrafına üç hilaller falan yapıyor, yazılar yazıyor. Çocuğun elinden
boyayı aldık bir şekilde ama sanırım, bu kadar zaman sonra
silinmediyse o işaretler ve yazılar hala durur orada.
Çocuklarla konuştuğumuzda bize her seferinde oradan kurtulmak
istediklerini söylerlerdi. Orada, o şekilde yaşamak istemediklerini,
bunun için de ne yapmaları gerektiğini bilmediklerini anlatırlardı.
Üniversiteye girip, ondan sonra orada bizim yaptığımız gibi
gönüllülük yapmak istediklerini söyleyenler olurdu. Sefalet içinde
yaşayıp umutsuzluğun yorgunluğundan küçük yaşlarında muzdarip
olmuşlardı. Bizi belki de bu kadar kolay kabul etmeleri bu yüzdendi.
Onlar için bir gelecek modeliydik sanırım, onlarla iletişim kurmaya
çalışıyor, onların dertleriyle ilgileniyor, onlar için bir şeyler
yapmaya çalışıyorduk. Var olduklarını hissettiriyorduk, en önemlisi
umut veriyor, yol göstermeye çalışıyorduk. Ne kadar başarılı
olduğumuzu bilemiyorum ama o kadar zeki, o kadar becerikli çocuklar
tanıdım ki orada, ufak bir kıvılcım aldıklarında, biraz
desteklendiklerinde neler yapabileceklerini düşünemiyorum bile.
Daha yazmak isterdim, ama o kadar çok şey var ki anlatacak. Hepsini
sığdıramayacağımdan, bunları anlatırken içime fazla döneceğimden
çekindim. Beş sene gecemi gündüzümü harcayarak yaşadıklarım, diğer
gönüllü kuruluşlarla işbirliklerimiz, gerilimlerimiz,
paylaşımlarımız, umutlarımız...Bugün bunları yazma sebebim,
hepimizin sadece belirli yerlerde var oluşlarıyla bile birçok şeyi
değiştirebileceklerini anlatabilmektir. Ben çocuklara özellikle de
bir umut ışığı bekleyen bu çocuklara uzanan kötü niyetli ellerden
rahatsızlık duyuyorum. Son günlerde de izlediğimiz üzere onları
kendi çirkin ve yobaz iktidarlarının uşağı yapmaya çalışan
oluşumlardan, düzenlemelerden tiksiniyorum ve şimdi rahat
koltuklarımızdan biraz olsun doğrulup bir şeyler yapmalıyız diyorum.
Eğer şimdi yapmazsanız sonra çok geç olacaktır. Unutmayın,
güneşinizi paylaşmadan karanlığı aydınlatamazsınız.
Tolga Banyocu
02.06.2005
[METU-IE-ALUMNI:6331]
|