IF İstanbul Bağımsız
Filmler Festivali 3 gün uzatıldı. Gitmemişseniz ve fırsatınız olursa
son 3 gününde ucundan yakalayın diye yazıyorum.
Bir izleyici olarak festival ile ilgili genel fikrim çok olumlu. Bir
avuç insanın, İstanbul'a çok güzel bir katkı sağladığını
düşünüyorum. Festival boyunca yüzlerinde gülümsemeleriyle ile genç
bir grup festival organizatörünün oradan oraya koşuştuğunu gördük.
Kah bir televizyon programında festivali tanıttılar, kah filmlerin
başında paralel yapılan etkinlikleri duyurdular. Bu gençliğin etkisi
kendisini izleyicilerde de göstermiş olacak ki, diğer sanat
etkinlikleri ve film festivallerinden alışık olmadığımız kadar genç
bir izleyici kitlesi vardı. O kadar ki, Radikaldeki bir köşe
yazarımız 30+ yaşlara İF İstanbul yasak mı? diye soruyor. Umarım bu
ilgi Yapı Kredi University Telecardın sponsor olması nedeniyle
filmlerin %50 indirimli seyredilebilmesinden dolayıdır. 30lu yaşlara
geldikçe bağımsız olma idealizmini kaybetmek dolayı değil :)
40tan fazla filmin bulunduğu festivalde 20 filme giderek kendi
çapımda bir rekor kırdım. Filmlere bütün olarak baktığımızda
teknolojideki ilerlemenin, maliyetleri düşürerek bireysel sinemayı
mümkün kılmaya başladığını söyleyebiliriz. Eğer anlatacak bir
hikayeniz varsa, bunun için milyon dolarlık mega prodüksiyonlar
yakalamak peşinde koşabileceğiniz gibi, cebinizdeki parayla, dijital
çekim teknolojisini kullanarak, kendi hikayenizi anlatabilirsiniz.
Yeter ki söyleyecek sözünüz anlatacak bir hikayeniz olsun.
Bağımsız filmler, bir yandan Pür Neşe veya Hayali Kahramanlar gibi
filmlerle mega prodüksiyonlarla boy ölçüşürken, bir yandan da
Kahrolası, Kapsül ve Daima İleri gibi düşük bütçeli bireysel
filmlerle sanat sinemasını mümkün kılıyor. Internet'in hiyerarşileri
yıkıcı etkisi gibi, dijital çekim ve bilgisayar montaj programları
da seyirci ve gişe kaygısı olmadan bireysel filmler yapmayı mümkün
kılıyor. Bu durumun, dünyada ve Türkiye'de bir anlatım türü olarak
film türünü yeni denemelerle daha da zenginleştireceğini
düşünüyorum.
Geçen gün Türk sineması üzerine yapılan Siyaset Meydanında Atıf
Yılmaz'ın da söylediği gibi, Türk sineması diye bir sinemanın
varlığından söz ediyorsak, bunun içinde her tipte film olacak, Gora
gibi gişe filmleri de olacak, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak gibi
sanatsal hikayeler de. Bu listeyi uzatmak mümkün. Ancak Türk
yönetmenlerin bireysel filmleri de var oldukça sağlıklı bir
sinemadan söz edilebilir sanıyorum. İşte bu festival, bireysel sanat
denemelerine seyircisiyle buluşma imkanı verdiği için çok değerli.
Umarım önümüzdeki yıllarda daha çok Türk yönetmen kendi filmleri ile
ortaya çıkar ve büyük bir bağımsız Türk sinemasından söz edebiliriz.
Sizinle filmlerden bazıları hakkında bende kalanları, düşündüklerimi
ve izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Her filmin yanında parantez
içinde 5 yıldız üzerinden naçizane kaç yıldız verdiğimi de
görebilirsiniz :)
Yüreğimde Bir Delik A Hole in My Heart (**)
Annesini bir trafik kazasında yitiren Eric, babasıyla aynı evi
paylaşmaktadır. Babası Rickard, evinde arkadaşı Geko ve muhtelif
estetik ameliyatlar geçirmiş Tess adlı bir kız ile birlikte internet
için sabahtan akşama porno filmler çekmektedir. Bu arada bir kolu
sakat olan Eric de hiç dışarı çıkmadan kendi odasında karanlıklar
içinde başka bir alemde yaşamaktadır. Kurgusu ve deneysel ses
montajıyla izlemesi oldukça zor bir film.
Film, amatör porno dünyasının kamera arkası olmanın dışında kaçış,
yabancılaşma ve şefkat ihtiyacı üzerine üzücü bir ağıt. Filmin
yönetmeni Lukas Moodysson, usta yönetmen Ingmar Bergman tarafından
kendisinden sonra gelen en iyi İsveçli yönetmen olarak
nitelendiriliyor. Yönetmenin diğer filmleri Sev Beni (Fucking Åmål),
Birlikte (Tillsammans, 2000) ve Daima Lilya (Lilja 4-ever, 2002).
Yönetmenin usta kimliğinin bu kadar öne çıkmasına karşın, filmdeki
kaçış duygusu ve ödipal kompleksin tekrar tekrar anlatıldıktan sonra
bir kere de Eric tarafından sözlü olarak açıkça ifade edilmesini,
olmadı bir de cenin pozisyonunda çamaşır makinesine girmelerin falan
gereksiz bir tekrar olduğunu düşünüyorum. Sinema diliyle bir şeyi
tekrar tekrar anlattıktan sonra, yönetmenin hala anlamayan olabilir
derdine düşüp bir de bunu sözle söylemesi, filmi biraz kabız
kılıyor.
Geri Döndüler They Came Back (***)
Ölüler bir gün geri gelse ne yapardık? Bir Fransız kentinde son on
yıl içinde ölen insanlar yavaş yavaş kentin sokaklarında hortlak
olarak falan değil gayet normal bedenlerinde evlerine dönmeye
başlarlar. Geri dönenlerin toplumla nasıl entegre olacağını çözmeye
çalışan kent konseyi ve kentlilerin bu durumda yaşadığı çelişki ve
problemleri anlatıyor film. Oldukça yaratıcı bir film olduğunu
düşünüyorum. Yönetmen iyi bir damar bulmuş bir madenci gibi ancak
onu yeterince işleyememiş, veya daha çok şey üretilebilirmiş gibi bu
buluştan..
Geri Döndüler yaşam ve ölümün batı toplumlarındaki algılanışıyla
ilgili bir film. Ayrıca ölülerin mezarlıklardan çıkıp yaşama
dönmeleri ve daha sonra da dayanamayarak şehrin altındaki tünellere
kaçmalarının, Fransız tarihinde salgın hastalık karşısında Fransa
kralının mezarlıkların boşaltılarak ölülere ait kemik ve
kalıntıların kireç madeninde, tünellere taşınarak burada
istiflenmesi kararını vermesi ve bunu takip eden yıllar boyunca, ölü
beden ve kemiklerin Paris'in yaşamının bir parçası haline gelmesi
ile de bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, ölülerin
neden şehrin altındaki tünellere kaçtığına bir anlam yüklemek hayli
zor.
D.E.B.S. (****)
Festivalin Gökkuşağı filmleri kuşağında gösterilen DEBS eğlenceli
bir
Charlienin Melekleri parodisi. Ancak Meleklerin bu sefer kovaladığı
suçlu bir
lezbiyen ve olaylar bu kişi ile meleklerden birinin birbirine aşık
olması
sonucuna variyor. Charlienin melekleri tarzındaki Holywood filmleri
ile
sürekli dalga geçen filmde aksiyon, iyi/kötü karşılaşması, lezbiyen
aşk
konularına değinirken bir yandan da kariyer tercihleri sorgulanıyor.
Meslek
olarak en iyi olduğumuz alanda mı çalışmalıyız? Bu özgürlük müdür
yoksa
işlevsel bir zorlama mı? DEBS yönetmenine 2004 Berlin Film
Festivalinde
Reader Jury of the "Siegessäule" ödülünü kazandırmış.
Hayali Kahramanlar Imaginary Heroes (*****)
Orta sınıf tipi Amerikan ailesi, onların komşuları ve varoluş
endişeleri üzerine bir film. Festival süresince en beğendiğim
filmlerden bir tanesi.
Ailenin yakışıklı, rekortmen yüzücü büyük oğlunun intihar etmesi ile
başlayan filmi, ailenin kendi halinde, abisinin gölgesinde kalmış
ergenliğini yaşayan oğul Timin (Emile Hirsch) gözünden izliyoruz.
Filmde bir dram anlatısının içinde bol miktarda mizah da bulunuyor.
İntihar sonucu derin bir yaş ve krize giren Travis ailesinde baba
Ben (Jeff Daniels) dünyadan kopar ve herkese uzaklaşır. Anne Sandy (Sigoruney
Weaver) kendi yaşamını sorgulayarak gençliğine dönmeyi dener. Bu
arada cenaze ortamında bile dinmeyen bir öfke ile Sandy'nin komşu
eve öfkesi ile bazı aile sırlarıyla tanışırız. Sigoruney Weaverin
muhteşem oyunculuğu ve iyi kurgulanmış senaryo ve diyaloglarla
incelikli bir film Hayalı Kahramanlar.
Film yönetmeni Dan Harris'in henüz 25 yaşında olduğunu
öğrendiğinizde işe filme hayranlığınız bir kat daha büyüyebilir. Dan
Harris 1979 doğumlu (!), Columbia mezunuymuş. Birkaç kısa film
çekmiş X-Men filmlerinden birinin senaryo yazarlığını yapmış. Bu da
ilk uzun metrajlı filmi. Festival dokümantasyonundan halen Süperman
filminin senaryosunu yazdığını öğrendiğimiz Dan Harrisin daha çok
güzel filmler çekeceğini tahmin etmek zor değil.
Festival sonrasında Türkiye'de gösterime girer mi bilmiyorum ama
gösterime giderse mutlaka gidin. Girmezse, yurt dışından mı satın
alırsınız, internetten mi indirirsiniz orasını bilmem. Şimdi telif
hakları suçuna azmettiricilik yapmayayım. Ama mutlaka görülmeyi hak
eden bir film olduğunu söyleyebilirim.
Pür Neşe Bright Young Things (*****)
Pür Neşe, Ünlü oyuncu Stephen Frynın ilk yönetmenlik denemesi Evelyn
Waughnun Vile Bodies adlı kitabından uyarlama. 1930lar Londra'sında
savaş öncesinde sosyete eğlenceleri içindeki hayatları anlatıyor.
Genç ve parasız yazar (Stephen Campbell Moore) sevgilisi Ninayla
evlenebilmek için gazetede sosyete dedikodularını aktaran bir köşe
yazmaya başlar. Sosyetenin en üst tabakasından bir çılgın arkadaş
grubunu o partiden bu partiye takip eder. Şu günlerde Oskar'a aday
olan Aviator filmi ile karşılaştırılabilecek ve her dalda Aviatoru
geçebilecek bir film. Sevgi, masumiyet, eğlence ve para üzerine tam
bir başyapıt. Fırsatınız olursa kesinlikle bir yerlerde seyredin.
Bir Porno Yıldızının Güncesi Diary of A Porn Star (****)
Festivalin Gökkuşağı filmleri bölümünden bir başka film. Filmin
yazar ve yönetmeni Marco Filiberti ayni zamanda baş rol oyuncusu ve
gay porno yıldızı Riki karakterini oynuyor. Riki'nin gerçek kimliği
ve ismi hayranları tarafından bilinmezken, ailesi de ne iş yaptığını
bilmemektedir. Bir gün babasının cenazesinde yıllardır görüşmediği
ağabeyi Federico ve diğer aile fertleri ile karşılaşır. Federico,
iflasın eşiğinde bir iş adamıdır. Riki'nin etrafındaki gizemi çözmek
ve ne iş yaptığını anlamak için birkaç gün kalmak için cenazeden
sonra Rikiye gelir. Riki meslegini ilk başta gizlese de,Federico
durumu kısa süre sonra öğrenir ve şiddetle ve iğrenerek reddeder.
Ancak daha sonra durumu sorgulamaya ve anlamaya çalışır. Giderek
Federico ve Riki arasında yıllardır olmayan bir akraba sevgisi
gelişmeye başlar. Sevgilisinden ayrılan Federico, Rikinin komşusu,
biraz uzaylı bir kadın gibi görünen heykeltraş Luna'yı beğenmeye
başlar. Federiconun Riki'de kaldığı dönemde Federico, Riki ve
Lunanin kendi yaşamlarını sorgulamalarına ve anlamlandırmalarına
şahit oluruz. Federico ve Riki bir gün tesadüfen genç ve tek başına
çocuk büyüten bir annenin ölümüne tanık olurlar. Riki öksüz kalan
altı yaşındaki çocuk ile arkadaş olur ve onu evlat edinmek ister.
Ancak çocuğun akrabaları Riki'nin mesleğini öğrenince, bu
arkadaşlığa engel olmak isterler. Film sevgi, samimiyet ve aile
olmak kavramına değinen güzel bir film. Filmi izlerken, yine de bir
Ferzan Özpetek veya Pedro Almadovar filmi çekseydi nasıl çekerdi
diye düşünmeden edemedim. Yönetmen, hikayenin gücünün bir miktar
arkasında kalmış gibi. Yine de festivalin başarılı filmlerinden.
Eğitmenler The Edukators (***)
Festival broşürlerinden bu filmin 11 yıldır Cannes Film Festivaline
davet edilen ilk Alman filmi olduğunu öğreniyoruz. Bir grup genç,
huzursuz etmek için kapitalist zengin insanların evlerine alarm
sistemlerini etkisiz hale getirerek girip, eşyaların yerini modern
sanat enstalasyonları şeklinde kafalarına göre değiştirip, evlerinin
mahremi dışında bir şey çalmamakta ve arkalarında Bolluk Günleriniz
Bir Gün Bitecek, Çok Fazla Paran Var gibi sloganlar bırakarak
çıkmaktadırlar. Bir gün tam iş sırasında ev sahibi geri dönünce, ev
sahibini, ne yapacaklarını bilmeden kaçırmak ve dağlara kaçmak
zorunda kalırlar. Tesadüfe bakın ki, kaçırdıkları adam, gençliğinde
komünlerde yaşamış, 1960 kuşağından eski bir devrimcidir. Adama ne
yapacaklarını bilemeyen gençler bir süre sonra adamın da bu işten
keyif almaya başlaması ile neredeyse adamın esiri haline gelirler.
Film, 28 yaşındaki yönetmen Hans Weingartner'ın gençlik, muhalefet,
yaşlanmak ve sistemle barışmak üzerine oluşturduğu yaratıcı ancak
klişelere takılma tehlikesini zaman zaman yaşayan bir hikaye.
Esprili bir film olsa da, insana Batı Avrupa'da bir merkez ülkesinde
toplumdaki sınıfsal çelişkilerin zayıflamasından mıdır nedir,
oldukça naif bir solculuk tutturduğunu düşündürüyor. Zira gençlerin
toplumlarına baktıklarında tepki duydukları temel sorun, kişilerin
günlük rutin içinde makineleşmesi ve akşamları evlerinde sürekli
aptal kutusu televizyon seyretmeleri! Türkiye gibi görece çevre
ülkelerinde, ekmek ve özgürlük hala temel bir sorunken hem sinemanın
hem sol siyasetin nasıl olup da çevresinden daha zengin ancak klişe
olmayan sonuçlar çıkaramadığını yine anlamıyor insan doğrusu.
Kapsül Primer (*)
1990-2000lerin ABDsinde gündüz işlerinde çalışan dört mühendis,
evlerinin garajında kurdukları start-up şirketi ile zengin olmayı
hayal etmekte ancak yarattıkları fikir ve ürünler pek de başarılı
olmamaktadır. Bir gün gruptan Abe ve Aaron grubun dışında kendi
kendilerine geliştirdikleri bir fikri denerken kazara yerçekimini
azaltmayı denerken zamanda geri gitmeyi sağlayan bir cihaz
keşfederler. Önce bu cihazı kullanarak borsada çok kazançlı işlemler
yaparak zengin olmaya çalışırlar. Ancak bir gün şahsi bir meseleyi
çözmek için ortaya atılan bir fikrin peşine takılıp bir sarmalın
içinde zamana dayalı anlaşılmaz bir problem yumağının içinde
bulurlar kendilerini
Festival broşüründe zekice işlenmiş kurgusuyla kendi gerginliğini ve
izleyenin merakını sonuna kadar ayakta tutan bu bilimkurgu hikâyesi
dense de bu yorumu paylaşmak mümkün değil. Bir kere kurgusu zekice
değil, filmi takip etmek mümkün değil, bu konu ve bu sorular üzerine
en popülerinden en sanatsalına çekilmiş çok film olduğu için film
yeni bir şey söylemiyor.
Kurguda eğer yapmaya çalıştığını bize daha iyi anlatabilse, kurgusal
denemelerinde bir yenilik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak mevcut
kurgu filmi saçma ve anlaşılmaz kılıyor. Pi ve Memento filmlerinde
olduğu gibi teknolojinin beraberinde etik ve metafizik bilmeceler
getireceği konusuna değinen film, ben beğenmesem de Sundance
festivalinden ödül almayı başarmış.
Yönetmen Shane Carruthun ilk uzun metraj filmi ve toplamda 7,000
dolar gibi bütçeye çekilmesiyle de ünlü.
Susuzluk Thirst (***)
İsrail'de bir köyün dışında terk edilmiş çorak bir vadide yaşayan ve
geçimini kaçak kestikleri ağaçlarla odun kömürü yaparak kazanan beş
kişilik bir ailenin hikayesi. Ailenin buraya, ailenin büyük kızının
tecavüze uğraması nedeniyle köydeki alaycı ve mütecaviz tavırlardan
kaçarak 10 yıl önce geldiğini anlıyoruz. Sadece baba köye kömür
satmaya ve evin oğlu okula gitmektedir. Zamanla babanın baskıları ve
diğer çocukların alay etmeleri nedeniyle oğul da okulu bırakmak
zorunda kalır. 28 yaşındaki genç Filistinli yönetmen Tawfik Abu Wael,
bu beş kişilik ailenin yaşamında Arap toplumunda güç, itaat ve öfke
ve özgürlüğü tartışıyor. Filmin şaşırtıcı sonu, Arap toplumunda
değişimin engellerini ve statükonun sürekliliğini ortaya döken
ümitsiz bir son gibi görünse de kendi içinde taşıdığı eleştiri
oldukça çarpıcı. Yönetmenin ilk uzun metraj denemesi görüntüleri ve
hikayesi ile birey ve aile düzeyinden giderek politik bir söylem
geliştiriyor.
Kahrolası Tarnation (****)
Filmin bu yıl Sundance ve Cannes film festivallerinin en çok
konuşulan filmlerinden biri olduğu söylenen bu film bir oto-portre
çalışması. Şizofren olup yeterli ilgi görmeyen bir annenin oradan
oraya savrulan çocuğu yönetmen Jonathan Çaouette, 11 yaşında
komşusunun video kamerasını ödünç alarak başladığı ve yaşamı boyunca
sürdürdüğü çekimlerini, aile fotoğrafları ile bir araya getirmesiyle
çıkan bir çalışma.Kamera kullanarak giderek kendi yaşamına da
dışarıdan bakabilen, bence bu sayede bir ölçüde kendi gerçekliğinin
de dışına çıkmaya çalışan (kaçan demeye dilim varmıyor) yönetmen
oldukça cesur
bir dille ve gerçek çekimlerle bir anlatı sunuyor. 2003 yılında
tedavi gören annesinin aşırı lityum alarak zihinsel hasar da
görmesiyle Texas'a evine dönen yönetmenin, ailesi ve kendi geçmişi
ile yüzleşmesi. Çok sıkıcı ve iç karartıcı olabilecek böyle bir
hikayeyi bile seyirciyi sıkmadan ve kaybetmeden anlatabilmiş olması
çok önemli bir başarı.
Aynı ölçüde bir başarı da 20 yıllık bir dönem boyunca bunca görsel
malzemeyi toplamış olması. 13 yaşında kameraya yaptığı evli
kocasından dayak yiyen, kasabalı amerikan kadını taklidinden, kendi
gençliğindeki anılarına pek çok anıyı kamera ile kayıt altına
aldığını ve ustaca sakladığını görüyoruz. Bütün bunları daha sonra
Apple'ın iMovie montaj programıyla çalışarak aile portreleri, evde
çekilen videolar, ses kayıtları, video günlükler, telefon mesajları,
film klipleri harmanlayarak toplam 300 dolar masrafla kendi
yaşantısının filmini oluşturuyor yönetmen. Yönetmen aynı zamanda bir
eşcinsel.
Kendi cinsel kimliği ile yaşananlar arasında doğrudan bir bağ
kurmuyor olması olumlu sayılabilir. Zira film eşcinsellik üzerine
bir film değil. Hal böyleyken, filmden sonra okuduğum bir yorumun
filmi eşcinsel yönetmenin hayat hikayesi diye sınıflandırması, filmi
bir kutuya yerleştirip sınıflandırarak rahat etmek isteyen ortalama
insan aklını deşifre ediyor.
Film bana, o kişilerin (özellikle anne, anneanne ve dedenin
hayatlarına) izinsiz bir bakış olmaktan dolayı biraz pornografik ve
rahatsız edici geldi.
Neticede seyrettiğimiz bir film değil, o insanların hayatı. Biz bu
hayatı bir iddia penceresinden seyrediyoruz. Bu his özellikle,
dedenin karısının kızlarına (yönetmenin annesine) çocukluğunda
cinsel tacizde bulunup bulunmadığının tekrar tekrar sorulmasına
verdiği tepki ile tavana çıkıyor. Hem izleyicinin, hem sinema
çevresinin hikayenin bu kısımlarında oyuncu değil gerçek kişilerin
kullanımı ile gelecekte nasıl bir mahremin ortaya dökülmesine yol
açıldığını iyi düşünmesi gerekiyor.
Bahçe The Garden (***)
Film, Tel Aviv'in fuhşun, uyuşturucunun ve kanunla çatışmaların açık
açık sürdüğü Bahçe adı verilen bir kenar mahallesinde geçen belgesel
niteliğinde bir film.Bahçeye yolu düşen düşmeyen herkes mahallenin
ününden oldukça haberdar. Filmi çeken genç yönetmenler Schatz ve
Barash, Bahçede fuhuş ve uyuşturucu satıcılığı yaparak yaşayan Dudu
ile Nino ile birlikte bir yıl boyunca yaşıyor ve bu filmi
oluşturuyorlar.
Nino Filistinden kaçıp gelen ve geri dönerse öldürüleceğini düşünen,
oturma iznini kaybetmiş ve bedenini satarak geçinen 17 yaşında bir
Filistinli. Dudu ise, fuhşun yanı sıra uyuşturucu ve eroin işine
bulaşmış bir satıcı / kullanıcı bir Arap-İsrailli.
Bu iki dost, yönetmenlere yaşamlarını tüm detayıyla açmışlar ve
ortaya oldukça
açık sözlü, sarsıcı bir sonuç çıkmış. Film Dudu ve Nino'yu bir daha
sömürmek yerine oldukça dürüst ve samimi. Kamera karşısında oldukça
rahat olan Nino ve
Dudunun hikayesi ile İsrail'in bir bahçesinde ev, aile, sevgi, umut,
yarin
kaygısı üzerine bir belgesel oluşmuş.
Daima İleri (****)
Bir klasik müzik bestecisi olan Mehmet Demirtaş, Bodrum Gümüşlük
Akademisinde bir konser organize etmektedir. Projesini anlattığı
yönetmen arkadaşı Emre Akay bu organizasyonun bir belgeselini
çekmeye karar verirler. Film boyunca, konseri için sponsor ararken,
MESAM'da telif hakları ile ilgili yasal süreçlerle uğraşırken,
basınla ilişkiler kurmaya çalışırken ve hatta Bodrumda konserin
promosyonunu yapmaya çalışırken yaşananları izlemektedir. Buralarda
oldukça eğlenceli sahnelere de şahit oluyoruz. Özellikle "Neden
Klasik Müzik?" gibi anlamsız bir sorunun yerel radyo ve
televizyonlarda tekrar tekrar sorulduğu yerde gülmekten gözümden yaş
geldi. Sonunda bütün zorluklara rağmen konser gerçekleşir. Ancak
masrafları çıkaracak kadar seyirci gelmemesi nedeniyle, iş zararı
paylaşmaya gelince Gümüşlük Akademisini kuran ve işletenlerle
çarpıcı bir sözlü kapışma yaşanır.
Burada özellikle akademi yetkilisi birisinin bir miktar da tüccar
ağzıyla önce vermeyi öğreneceksin. Ver ki benim yaşıma geldiğinde
almayı öğren gibi dayılanması veya akademinin kurucusu ünlü bir
yazarın, siniri bozulup ağlamaya başlayan Mehmet Demirtaş'ı teskin
ederken, belgesel ekibini kapı dışarı etmesiyle film son bulur.
Festival broşürlerinde filmin Emre Akay'ın bitirme tezi olduğunu ve
tezin asıl konusunun belgeselde etik olduğunu bize bildiriyor.
http://2005.ifistanbul.com/tr/
27 Şubat 2005 |