|
|
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |
Orhan Gencebay Cemalettin Nuri Taşçı |
|
|
İİBK Projesinde çalışırken birgün çaycı çocuk geldi "Hocam bana çok
acele şu kadar para lazım, borç verir misin?" dedi. Para bir hayli
paraydı. Kurcaladım. "Çok uygun şartlarla bir gecekondu arazisi var
da.." dedi. Kafam karıştı. Bildiğim kadarıyla gecekondu dediğin,
başkasının ve/veya devletin arazisi üzerine kaçak yapılan inşaat
idi. Doğru biliyormuşum. Ve lakin öyle aklına esen, aklına estiği
yere gecekondu yapamazmış. "Gecekondu mafyası", gecekondu yapılmaya
uygun gördüğü yerleri parseller ve "satarmış". Sonradan öğrendim ki
mesela "bütün" Sultanbeyli, bir tek aile tarafından "imara açılmış"
olan bir ilçeymiş. Yani --eğer içinizi rahatlatacaksa-- devletin çıkardığı kanunlar vasıtasıyla bir anda köşeyi dönenler, en azından "sıfır sermaye"yle köşeyi dönmüyorlar :-). Özellikle mahalli seçimler öncesinde gündeme gelen bir "arsa üretimi" problemi var. İşin aslını astarını bilmem. "Arsa üretmek" fiili ne gibi bir emek ve sermaye gerektirir aklım da ermez. Lakin devlet kendi "arazi"lerini "arsa" haline getirse ve sonra da bu arsaları gecekondu mafyası yerine devlet satsa, köylerinden kopup şehrin kıyısına ilişmeye çalışan yığınlar, anlaşıldığı kadarıyla o arsaların bedellerini devlete ödemeye hazırlar. Üzerine dikecekleri "ev"ler için kolaylık sağlanırsa da herhalde itiraz etmezler. 70li yıllar boyunca "gıda açısından kendisine yeten 6 (yoksa 7 miydi) ülkeden biri olmak", "köyden şehre göçü önlemek" gibi pek moda sloganlara maruz kaldıkça aklım karışırdı. Tarım nüfusunu azaltmadan ve şehirleşmeden, Cumhuriyet'in iddialarının nasıl gerçekleşeceğini anlamazdım. Hala anlamam. Birçok bakımdan takdir edebileceğim Köy Enstitüleri de bana, sırf bu "bence çelişki" yüzünden hiç de sıcak bir alternatif gibi görünmemiştir. Lakin kamuya açık bir ortamda, bir TV tartışma programında "Göçecekler tabii, eğer Türkiye'nin bir geleceği olmasını istiyorsak, köyden şehre göçü önlemek bir yana, teşvik etmeliyiz." dendiğini ilk duyduğumda, takvimler 90ları saymaya başlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam lafı eden de Bozkurt Güvenç idi. Köyden şehre göç edenlerin, göç ederken ceplerinde şöyle bir kaç yüz milyar olmasını ve köylerinde Oxford'u bitirmiş olmalarını beklemiyorsak, bana öyle gelir ki, müşteki olduğumuz şartları değiştirmek için, müşteki olduğumuz insanların üzerine düşen hemen hiç bir mesuliyet yok. Onlar muazzam belirsizlikleri göze alıp geliyorlar. Evlerini yapacakları yerin parasını ödüyorlar. Üzerine derme çatma evlerini yapıyorlar. Sonra, Latife Tekin'in tabiriyle, "şehre bıçak gibi girip, parayı arıyorlar". Bulsalar da bulmasalar da, gürültü etmeden evlerine dönüyorlar. Ama bizim göz zevkimizi bozuyorlar, kulaklarımızı tırmalıyorlar. Onların varlıklarından memnun değiliz. İşin aslını astarını pek bilmeden, faturayı onlara kesip, işin içinden sıyrılıyoruz. Bir vakitler Can Kozanoğlu, 80leri "ti"ye alan "Cilalı İmaj Devri" diye bir kitap yayınladıydı. Ben de bunun üzerine, 70li yılların pek de öyle hayırla yadedilecek yıllar olmadığını hatırlatmak kastıyla "Yontma Etiket Devri" adıyla bir kitap yazdıydım. Çeşitli sebeplerle yayınlamadım. Bugün, "iyi ki yayınlamamışım" dememi gerektirecek şeyler var içinde. Bu "şeyler"in bazılarını da ihtiva eden ve bir vakitler bir dergide yayınlanmış olan "Orhan Gencebay" başlıklı kesimi aşağıda gönderiyorum. Bunu aslında sevgili Güven'in "Bayhan" yazısına nazire olsun diye yollayacaktım. Sonra caydıydım. Ama bu defa cayamıycam. Kusura bakmayın. Sevgiler Cemal VAROŞLARDA KIYAMETİN GECİKMESİNDEN DUYULAN ENDİŞE ORHAN GENCEBAY Yüzünü Batıya döndüren Türkiye'de gelenek ve yerel kültür, her türlü melanet ve hıyanetin boy attığı tarlalar olarak tespit ve tescil edilmişti. Melanet ve hıyanet yetiştikleri yerde kalsalar hadi neyse, ama ne yazık ki ayrık otu gibi yayılıyor, genç Cumhuriyet'in her yanından gürbüz delikanlılar fışkırması beklenen topraklarını da istila ediyorlardı. İşte bu yüzden geleneğin ve yerel kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan frekanslarda bile isteye parazit yapıldı, gelenek Cumhuriyet'in yeni nesillerinden kovuldu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Cumhuriyet çok geçmeden, köylerde ve kasabalarda -padişah tuğrasından kısa bir süre sonra- tedavülden kaldırdığı yerel ahlaki otoritenin yerini dolduramayacağını anladı ve mevzileri terkedip, Ankara'ya çekildi. Gerçi en hakiki mürşid ilimdi ama, köylüler ve kasabalılar ilmin ve fennin işaret ettiği yolu en azından kendini kanıtlayana kadar kabul etmekte pek de hevesli görünmüyorlardı. Genç Cumhuriyetin aydınlarının ilim ve fennin kendi yollarına döşediği aydınlıktan gözleri o kadar kamaşmıştı, ışığın evrenselliğine ve herkese aynı derece uygun olduğuna o kadar inanmışlardı, meşaleyi Anadolu'ya taşımanın coşkusuna kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki, taşranın kuşkulu davranışları tatlı düşlerden uyanmalarına yetmemişti. Yine de çok geçmeden, Anadolu'nun bekledikleri kadar hevesli davranmama ihtimalini hiç hesaba katmadıklarını, böyle bir durumda ne yapacaklarını önceden hiç düşünmemiş olduklarını itiraf etmek zorunda kaldılar. Bu süre içinde gelenek kazınmıştı gerçi, ama taşradaki yeni kuşakların Cumhuriyet malı renklere boyanması için yeterli zaman ve fırsat bulunamamış, insanlar yarım kalmıştı. Osmanlı'yı önce idam edip, sonra birçok başka suçun yanısıra Anadolu'yu ihmal etmekten mahkum eden Cumhuriyet, Anadolu'ya alternatif götürmediği gibi, kendi alternatiflerini üretmesi için gerekli donanımdan da mahrum bıraktı. Taşrada, yetişen kuşaklar anadan üryan kaldılar. Ana babaları gibi olmak istemiyor, ama ne olmak istediklerini de bilmiyorlardı. Müsvedde halinde terkedilmiş olan gençler sadece, başka birşey mümkün olmadığı için Cumhuriyet'i benimsemekte kasabaları, köyleri kadar mütereddid davranmayan şehre göçtüler. Cumhuriyet'in yarım bıraktığı işi, onun kısa süre içinde kök saldığı şehirlerde, yine onun marifetiyle tamamlamak gibi bir umudu taşıdıkları da düşünülebilir. Yoksa ne kent yaşantısını köy odalarına, kahvelerine taşıyan televizyon vardı, ne de gazeteler bu kadar renkli, bu kadar ısrarlı bir biçimde kent yaşamının propagandistliğini yapıyorlardı. Köyün geliri de düşmemişti. Köyde yaşamak zorlaşmamış, aksine 1950'lerden başlayarak kolaylaşmıştı. Ama yeni kuşaklar için köy daralmıştı. Göçenler kentin kıyısına iliştiler. Kente bıçak gibi giriyor, parayı arıyor, bulur bulmaz da dönüyorlardı. Uyum sağlamak gibi bir problemleri yoktu. Çünkü Cumhuriyet'in yaptığı onca parazite karşılık, derinden derine işleyen gelenek kente düşman olmalarına yol açmıştı filan da denebilir. Ama değil, kentte aşağılandılar. Sokaklarda kimsenin dikkatini çekmiyorlardı. Kent onları görmezden geldi. Varlıklarının kabul edildiği nadir zamanlarda, onların katılmasına izin verilmeyen toplantılarda, eksik ve biçimsiz bu insanların kente göçmesinin nasıl önlenebileceği tartışıldı. Kentte ne kadar uzun süre kalırlarsa o kadar çok tedirginliğe yol açacak, o kadar büyük tepki doğuracaklardı. (Ya da onlar öyle sanıyorlardı. Yoksa kent, çoktandır işine gelmeyen herşeye gözlerini kapamakla yetiniyor, gözlerini açtığında bütün dertlerin hallolmuş olacağına inanıyor gibi davranıyordu.) Tepki doğurmaktan endişe duymamaları olacak iş değildi, o kadar güvensizdiler. Tırnaklarını daha kente geçirmiş değillerdi. Hatta daha tırnakları filan da yoktu. Muhtemelen, belli belirsiz, kentin bir huruç harekatına girişeceği, kendilerini püskürteceği korkusunu yaşıyorlardı. Şehir onları tanımıyor, onlar şehirden korkuyorlardı. Bazıları, şehirlilerden daha zengin olmuştu, ama para, para etmiyordu. (Paranın para etmediğini en acı bir biçimde öğrenenler, herhalde, daha uzaklara göçenler, Alamancılardı. Karı-koca, çoluk çocuk çalışıyor, yıl boyu köyden götürdükleri bulgura talim ediyor, 40 m2'lerde üst üste yaşıyor, ama -kimsede olmayan Mercedes'lerle, BMW'lerle döndükleri- memlekette, şehirlerde, şehirlilerin gittiği yerlerde, lokantalarda, plajlarda, dağlarda, kendilerine yer bulamıyor, aşağılanıyor, horlanıyorlardı.) Tırnakları dahil herşeyi geldikleri yerde bırakmıştılar. Çok cesaretli bir karar verip uygulamışlardı, ama aslında dehşetli korkuyorlardı. İçgüdüsel olarak, korktukları belli olursa kolay av olacaklarını biliyor olmalıydılar. Bir de, elbette geride bırakılanlar vardı. Endişe içinde kendilerini uğurlayanlara, korkmadıklarını göstermek zorundaydılar. Korkularını gizleyemezlerse, kalmaları için kendilerini ikna etmeye çalışanları, eteklerine yapışanları yüreklendirmiş olacaklardı. Ama köyde denkledikleri cesaret, Haydarpaşa'da trenden inmemekte, herhalde çok ısrar ediyordu. Tırnakları dahil herşeyi geldikleri yerde bırakıp, dalgalar halinde geldiler. Daha önce gelmiş ve eğreti duranlara iliştiler. Önceden gelmiş olanlara, onların kent hakkındaki yarım yamalak bilgilerine imrendiler. Böylelikle kente ilişmiş olanlara, kendilerine güvenme şansı verdiler. Karşılık olarak da sığınma hakkı edindiler. Kendi kültürlerini getirmediler, taşınamayacak kadar ağır olduğundan filan değil, zaten kültürleri yoktu. Yeniden üretmedikleri, üretimine katılmadıkları için tapularına geçiremedikleri geleneğin, sadece seyircisiydiler. Seyretmek için İstanbul'a kadar taşımaya da değer görmediler. Muhtemelen kültürü, delik deşik hayatlarının her hangi bir deliğini kapatabilecek kabiliyette görmedikleri için, gereğince önemsemiyorlardı, ya da nasılsa İstanbul'da da seyirlik birşeyler bulabileceklerini sanmış olabilirler, gelenek İstanbul'a gelmedi. Bir yandan da, çünkü, dehşetli yerel motifler taşıyordu. Yerellik oysa, parçalanmak, iyice güçsüzleşmek demekti. Varoşlara yerleştiler. Şehrin yerleşik nüfusundan daha kalabalık olduklarında bile, ürkek, mahçup ve güvensizdiler. Üstelik şehre gelmiş olanlar, kasabalarında, köylerinde en çaresiz olanlar değildi. Onlar en gözüpek, en yırtıcı, en bıçkın, en yetenekli olanlardı. Hep onlar göçerler. Mesela Türkiye'de büyük çoğunluk için içgüdü, bir şeyi neden yapmamak gerektiği bilgisiydi. Onlar da isteseler pek çok arkadaşları, yakınları gibi taşrada sıkışmalarını haklı gösterecek mazeretler bulabilirlerdi. Aramadılar, göçtüler. Mesela genel olarak Türkiye'de, bir iş yapılmadan önce, ortaya çıkabilecek bütün olumsuz durumlar alt alta sıralanır, buna düşünmek adı verilirdi. İşini düşüne taşına yapmayanların başlarına gelebilecekleri anlatan sayısız hikaye, ibret-i alem için, kulaktan kulağa dolaşıyordu. (Ama futbolcularımız, ceza sahasına girdikten sonra düşünüp taşınırken goller kaçıyor, hep yeniliyorduk. Bunun üzerine futbolculara daha çok düşünmeleri öğütleniyordu. Öyle ki futbol maçlarının temposu, felsefi bir eylemin temposuna dönüşmüştü. TRT Beşiktaş'ın bir maçından görüntüleri, müzik eşliğinde hızlandırılmış çekimle vermek durumunda kalmıştı.) Göçenler alışılmış tempoya prim vermediler, tedbirsiz davrandılar, kayıp ihtimallerini değil, muhtemel kazançları hesapladılar ve yerlerini yurtlarını bırakıp geldiler. Yine mesela Türkiye'de adet defansif oynamak, rakibin rakip yoksa bizzat hayatın kendisinin üzerine gelmesini beklemek, sonra da topu taca atıp vakit çalmaktı. Bir Türk'ün elde edebileceği en büyük başarı rakibin manevra alanını daraltmaktı. Hayatların muhasebesi savuşturulan gol tehlikesi sayısından ibaretti. (Politikacılar, teknisyenler, başardıkları işlerle değil, yaptıkları hataların azlığıyla değerlendiriliyordu. Spor yazarları, futbolcuları maç boyunca harcadıkları efora, ürettikleri pozisyonlara göre değil, yaptıkları hataların seyrekliğine göre sıralıyorlardı.) Onlar hayattan olabildiği kadar az gol yemeyi bekleyemediler. Gol atma sevdasına düştüler. Türkiye'nin insan sermayesinin özel bir kategorisiydiler. Bunu biliyor gibi davrandılar. Geride kalanlar endişelerini yatıştıramadılar. Şehirden gelen bazı haberlere inandılar, bazılarına inanmadılar. Bir kısmı -ilk partide göçemeyecek kadar ihtiyatlı olanlar- şehirden gelen haberleri şöyle yorumladılar: Şehre gitmeli. Şehre hazır olarak gitmeli. Hazırlanmak için diploma almalı. Diploma, sonraki kuşaklar için, ana babalarının kıramadığı zincirleri kırma umudu oldu. Kentte bir kentli olmanın vizesi.. Eğitim dünyanın her yerinde, kişisel geliri artıran, önemli bir bireysel yatırım aracıdır. Elbette okula yatırılan yılların faiz geliri ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişir. Türkiye'de sözkonusu faiz oranları çok yüksek olmadı, hatta zaman zaman negatif değerler bile aldı. 1970'ler boyunca, vasıfsız işçi olarak bir fabrikaya kapağı atan bir lise mezununun, dört yıl sonra mühendis olarak mezun olan arkadaşından daha iyi gelir, daha yüksek iş güvenliği, daha sağlam bir gelecek sahibi olması, vaka-i adiyedendi. Lise diploması ise tek başına yüksek öğrenimin sağladığı ek kadar bile prim yapmıyordu. Buna rağmen diploma talebinin Türkiye'deki diğer eğilimler ile karşılaştırılınca aykırı duran aşırı yüksekliği, daha yüksek gelir, hatta daha yüksek toplumsal statü kazanma isteğinden çok, kendisini verili koşullar içinde fazlasıyla sıkışmış bulanlar için başka bütün çıkış yollarının kapalı olmasındandı. Bu yüzden eğitim için en yüksek fedakarlığı önce İzmir, Bursa, Eskişehir gibi, çıkış imkanına yabancı olmayan bölgelerin insanları yaptılar. Giderek Batı Anadolu'nun kasabaları ile Gaziantep, Antalya gibi kentlerde yaşayanlar da, yığınlar halinde, okulun vaadettiği çıkış kapısının önünde kuyruğa girdiler. Diploma, dünyaya karşı koymak için ihtiyaç duyduğu bütün silahları ellerinden alınmış olanlar için, potansiyel bir silah, bir tür savunma ve savaşma aracıydı. Taşra 1970'lerden başlayarak, surların önüne daha donanımlı olarak geldi. Daha önce gelmiş -tutunmayı başaramamış, kendine güvenmeyi öğrenememiş de olsa- şehrin kıyısına kendini teyellemiş olanlar, diplomalı olarak gelenler ya da geldikten sonra diploma sahibi olanlar ile ittifak yaptılar, şehri kuşattılar, meydan okudular. Artık parayı bulur bulmaz, alelacele geri dönmüyorlardı. Şehir de onlara meydan okudu. Geleneğin 1930'larda öğrendiğini, geleneğin mirasını reddedenler 1970'lerde öğrendi: Şehir sahipliydi. Cumhuriyet şehre el koymuş, kuralları koymaya, işine geldiğinde, işine geldiği gibi değiştirmeye gücü yeten bir gruba tımar olarak tahsis etmişti. Ve şehrin sahipleri, aynı Cumhuriyet'in, hem kendilerini, hem de şehrin kıyısına birikip duran birgün kendiliklerinden gideceği umulan bu yarım bırakılmışlar kalabalığını yapmış olmasını, bu kalabalık ile aralarında bir kurbiyetin varlığını kabul etmeye asla yanaşacak gibi değillerdi. Dehşetli bir bozgun oldu. Gelenek benzeri bir bozgunu dilsizlikle karşılamıştı. Çünkü dili kesilmişti ve gelenek peltek peltek konuşmayı reddedecek kadar görgü sahibiydi. Oysa geleneği inkar etmiş olanlar, seslerinin akortsuzluğuna bakmadan, var avazlarıyla bağırdılar: "Tanrım beni baştan yarat." Varoşlarda herşeyin sonu gelmiş, kıyamet kopmuştu. Kurallarına göre oynarlarsa oyunda bir rol kapabilecekleri umuduyla, yerlerinden yurtlarından kopup gelen yığınlar, bütün kurallar kendisinden türetilen tek esas kuralın, kendilerini oyunun dışında bırakmak olduğunu öğrendikleri zaman, yer ve gök birbirine girdi. Geleceklerini, hatta hayatlarını yatırarak ortak oldukları piyangonun çekilişi, şehirde noter kararıyla iptal edilmişti. Orhan Gencebay yumuşak, sakin, yılgın, yenik sesiyle, tam o sırada sökün etti. Müziğinde bozgun vardı, soylu bir bozgun. Güçlüydü, ama gücünü kullanmak konusunda, karşısındakiler kadar hesapsız değildi. Kimsenin canını yakmamak için özen gösterdiğinden, canı yanıyordu. Kendi kurtuluşunun, tek başına bir anlamı olmadığını biliyor, mesaisini gemiyi kurtaracak projeler üretmeye harcıyordu. Ama başkaları aynı sağduyuyu göstermiyordu. Bu yüzden gemi batıyordu. Belki daha kötüsü, gemiyi kurtarmayı iplemeyenler, kendilerini toplu kurtuluş için feda etmeyi göze almış olanların naivliğinden istifade, ilkyardım araç-gereçlerini de yağmalıyorlardı. Bütün bu öyküyü taşıyan müzik ise kararsızdı. Daldan dala şıçrıyor, sanat müziği namelerine mola verdiğinde, pop müzik ritminde oyalanıyordu. Enstrümanların ne tezleri ne de antitezleri vardı. Her biri kendi adabınca, sırası geldiğinde, bir şeylerden şikayet ediyor, birilerini ihbar ediyor, ağlıyor, inliyordu. Söylemek bile fazla, Gencebay'ın şiiri varoşların kaderi ile kısmen örtüşüyordu. Evet varoşlar da bozguna uğramışlardı, ama kimsenin canını yakmamak için özen göstermiş filan değillerdi. Hatta insanların canı yanabilir mahluklar olduğunu bile, bozguna uğradıklarında yani kendi canları fena halde yandığında ancak hatırladıkları tahmin edilebilir. Geminin batıyor olduğunu farketmiş olmalarını ummak ise hepten safdillik olur. Farketseler de kendi kurtuluşları dışındaki hedefleri havsalalarının almadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Ama Gencebay'ın müziği varoşların ruh durumuna harfi harfine uyuyordu. Şehrin müziğinin enstrümanlarının arasına, köyden tanıdıkları, bildikleri enstrümanlar geleneği hatırlatamayacak şekilde sıkıştırılmıştı. Müzik varoşlar gibi ağlayıp inlemekteydi. Hepsinden önemlisi, hiç bir gelenekte yeri yurdu yoktu, tıpkı göçmenler gibi, her konduğu çiçekten birşeyler almıştı. Teorik olarak ortaya bir bal çıkması gerekiyordu ama varoşların da yaşayıp gördüğü gibi pratik teoriyi doğrulamıyordu. Orhan Gencebay akademik altyapısı sızdırmaz olduğu halde teorinin neden doğrulanmadığını anlayamamış gibi bağrını yardı ve bal olması beklenen Şey'i salıverdi. Varoşlar, güçsüz olduğunu iddia eden bu feryadın peşinden, mecnunlar gibi savruldular. Orhan Gencebay, akşamdan sabaha, Türkiye'de daha önce hayal edilmesi bile mümkün olmayan tirajlara ulaştı. Kendisini halkın sesi ilan eden, halkın sevgilisi ilan edilen nice sanatçının bir ömürde yaptığı tirajı, bir tek kasette geçti. İnanılmayacak bir performanstı. Şehir yine de duymazdan gelmeyi yeğledi. Ama bu kez yekpare davranamadı. Gencebay'ın müziğinin çekim alanına, daha önce varoşlara gözlerini kapamış olan ama aslında şehirli de olmayan, şehir geleneğinden arındırılmış, şehrin yeniden üretiminde hiç rol almadığı için seyirci olarak kalmış olan yığınlar da düştü. Bu yığınların kulakları için varoşlardan gelen ses aşina değildi, ama yabancı da değildi. Ne yapacaklarını bilemediler. Aradaki nüansı farkedecek kadar terbiye edilmiş değillerdi. Terbiye olmayı ciddiye almış değillerdi. Yani aslında şehirli filan değillerdi. Şehirlerine sahip çıkmamışlardı, en az varoşlar kadar yabancıydılar, yine de varoşları aşağılamışlardı. Şimdi fareli köyün kavalcısının peşinden, varoşlarla birlikte sürüklenmeye başlamışlardı. Gencebay'ın müziği şehri ikiye böldü, bir bölüğünü teslim aldı. Yaptığı tiraja rağmen, şehir Gencebay'ı duymazdan gelmeyi sürdürecekti. Ama beklenmedik birşey oldu. Gencebay geçince turnike boşaldı, turnikede sıra bekliyen yeni sanatçılar, ardarda sökün etti. Hepsi de sahnede yerlerini önceden ayırtmışçasına rahat, doğallıkla geldiler, şarkılarını söylediler. Piyasa hareketlendikçe gelenleri gidenleri izlemek zorlaştı. Söylediklerini birbirinden ayırmak, şehirli kulaklar için pek kolay değildi. Ama artık duymazdan gelmek için çok geçti. Minibüslerden sokağa inmişler, seyyar satıcıların arabalarında şehri dolaşmaya başlamışlardı. Yüzlerce vatlık anfiler sokak ortasında, feryat figan inliyordu. Daha önce şehirde dolaşan biçimsiz insanları görmemek için, başını çevirmek yetiyordu. Ancak bu ahenksiz sesleri duymamak olacak iş değildi. Gencebay'ın müziği, saygıdeğer bir akademik zemine oturuyordu herhalde. En azından Gencebay müziğinin akademik bir arkaplanı olduğunu iddia ediyordu, kendisine ve müziğine saygı gösterilmesini talep ediyordu. Ardından gelen ve akıllarına geleni bağıranların ise saygı filan istedikleri yoktu. Şöhret ve para istediler. Bir süre için ikisini de kazandılar. Mutlu olmuş olmalılar. (Şöhret ve para ya da saygı talep edenleri aşağılıyor filan değilim. Herkesin talebi kendine. Ama Gencebay'ın zirveye çıktığı dönemde, nedense şarkı söylemek, roman yazmak gibi bazı şeylerin, para ve/veya şöhret kazanmak için yapılması, pek hoş karşılanmıyordu. Galiba ülkenin bütün para stoğunun üzerine oturmakta gereğinden fazla iştahlı davranan koltuk sahiplerinin anlattıkları masalların sonucuydu, para değerleri aşındıran bir pislik olarak algılanıyordu.) Gencebay'ın ardından gelenler hiç terbiye görmemiş sesleriyle, uyumlaştırılması için hiç çaba harcanmamış melodilerin üzerine, bol acılı, bol paradokslu, bol sloganlı, amiyane kafiyeler bağırdılar. Bedri Rahmi'nin eğlendiği "Dağdan kestim kereste / Kuş besledim kafeste"ler yeni şarkıların sözleri yanında Mesnevi gibi kaldı. En kalitesizi, en özensizi, en pespayesi yapıldığı sanılırken, bir kaç gün içinde yeni rekorlar kırılıyordu. Bozguna uğrayanlar aldıkları son dozun etkisi geçmeden, yeni ve daha büyük bir doz için herşeyi göze alabilecek müptelalar gibi yeni kasetlere saldırdılar. Şehir, desibel sayaçlarının aniden yükselmesi karşısında çaresiz, Gencebay'a ve boşalttığı turnikeden geçerek müzik piyasasını işgal edenlere TRT'nin kapılarını gerekçe göstermeye bile gerek duymadan kapadı. Garibin elinde TRT'den başka birşey de kalmamıştı zaten. Aynı dönemde Şenay'lar, Serpil Barlas'lar, Ali Rıza Binboğa'lar gibi, her hangi bir evrensel değerlendirme sonucunda okul müsamerelerinde bile şarkı söylemesi yasaklanacak kişiler TRT prodüktörlerini fazlasıyla cezbedebiliyordu oysa. Ve onca reklama karşılık, işbu sanatçılar (!), sözgelimi 3000 tirajı bulamıyorlardı. Ama sözkonusu 3000 kişi, Gencebay'ın peşindeki milyonlardan daha değerliydi. Neden öyleydi? Hikmetinden sual olunmaz koltuk sahipleri böyle buyurmuşlardı. Gencebay'ın hiç bir gelenekte yeri yoktu da, örneğin Selçuk Ural'ın var mıydı? Halkın neyi dinleyeceğine karar vermeye kendini yetkili addedenler, kararlarını vermişlerdi. En çok halkçı olanlar bu kararı ayakta alkışlamışlardı. Orta yerde bir garip oyun oynanıyordu. Oyunu bozmaya kalkanların kuyruğuna teneke bağlanacağı da açıktı, çünkü vasat adamlar koltuklarını her ne pahasına olursa olsun koruyacaklardı. Bürokrasideki makamlarını, gazetelerdeki köşelerini, üniversitelerdeki kürsülerini asla ve kat'a terketmeyeceklerdi. Vasatlık, kazandığı mevzilerden rücu etmeyecekti. Türkiye'de sanatçı dediğinin üç-beşyüz tirajı olmalıydı ve de anlaşılmadığından yakınmalıydı. Sanatın ve sanatçılığın raconu buydu. TRT'yi halka rağmen halk adına işgal edenler, evlerdeki teyplere hükmedemediler. (Bu yetersizlik, gözünü sevdiğim en demokrat teknolojinin, neden daha dün en ilerlemeci, en sosyalist olanların boy hedefi haline geldiğini, trak trak trak makinalaşmak isteyip duranların neden birdenbire çark ediverdiklerini de açıklıyor, öyle değil mi..) Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra ülkede bazı faaliyetlerin özel sektöre devredilmesi gündeme geldiğinde en çok gürültü çıkaranların hangi deneyimlerden süzülüp geldiği de böylece açığa çıkıyor. İşin içine özel sektör girince, artık halkın menfaatlerini gözetme kadrolarının iptali gerekiyor. Bu ulvi misyonun misyonerleri etkisiz ve yetkisiz, daha önemlisi işsiz güçsüz kalıyor. Radyolar kapatılıp teyplerin düğmesine basılınca, kaset piyasası daha birkaç yıl önce tahmin edilemeyecek bir canlılığa kavuştu. Canlılık tek başına Orhan Gencebay'ın eseriydi. Ülkede yapılan ve satılan kasetlerin neredeyse onda dokuzu, şehirlilerin nazik kulaklarını tırmalayan ve bir zamandır arabesk diye çağırılan türde yapılıyordu. Orhan Gencebay'ı Orhan Gencebay yapan, bu kadar kısa süre içinde, hava titreşimlerinin Türkiye standartlarını tayin eden bu müziğin babası olarak algılanmasıdır. Belki de dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir dönemde, hiç bir sanatçı, bir ülkenin göklerinde yankılanan sesler üzerine bu kadar bariz bir şekilde damgasını vurmamıştır. Belki de Gencebay, sadece müzikle bir ülkeyi bu kadar sarsabilen en mega stardır. Bir yandan da ama, kısa sürede, arabesk Gencebay'ın çizdiği çerçeveyi kat kat aştı. Gencebay'ın dünyaya getirdiği bebek, bir kaç ay içinde babasının vesayetinden kurtulmuş, kendi yolunda koşmaya başlamıştı. Kasetten başka hiç bir ortamın tanımamasına, basının bile burun kıvırmasına rağmen, piyasaya her gün yeni birileri girdi. Müzik, Neşe Karaböcek gibi, daha önce başka türlerde müzik yapmış kişilerle kanatlanarak, el değmemiş ücralara ulaştı. Kibariye gibi, birkaç aylık ömrünü zirvede geçiren efsaneler doğurdu. Müziğin hızla yeniden üretilmesi konusunda Almancılar, erişilmesi güç rekorlar kırdılar. Herhalde Avrupa'nın tüketim alışkanlıklarından etkilendikleri için, kasetlerin ömrü daha kısaydı. Stüdyo kiraları filan daha yüksekti. Kısa süre içinde çok üretim yapmak zorunda olmalılar. Güftesi, bestesi, icrası, düzenlemesi, kaydı dahil, 1,5 saatte 40 dakikalık kasetler yaptıkları oldu. 1970'ler boyunca varoşlar, şehirden daha hızlı zenginleştiler. Ekonomik politikaların doğal sonucuydu bu. Dolayısıyla Gencebay'ın ve ardından gelenlerin yaptıkları müzikte işaret edilen kıyamet ve ağıtlar yakılan bozgun, ekonomik bir gerileme ya da yoksunluğu göstermiyordu. Ağıt, şehrin surlarından fırlatılan kayıtsızlık oklarının değdiği bağırlardan yükseliyordu. Tanınmamak, hesaba katılmamak canlarını yakıyordu. Latife Tekin romanlarını yazana kadar, yaşadıkları kayda bile geçirilmiş değildi. (Konumuz değil gerçi, ama sonra 1980 geldi. Şehrin surları düştü, çünkü ekonomik temeli olmayan bütün değerler, yeni Anayasa gereği rafa kaldırıldı. Varoşlar daha zengindi ve daha hızla zenginleşiyorlardı. Şehre bir kez daha saldırmaları filan gerekmedi. Şehrin yeni sahipleri kapıları açtılar. Yakın bir geçmişte bozguna uğramış olanlar kendilerini şehirde buldular. Arkada kalanları çağırdılar. Gelenekle bağlarını kopartmamış olanlar da geldiler. Müziği, diğer her şeyle birlikte yeniden ve kendilerine göre kurdular. Ve saire.) Müziğe binip gezen şiir bozgun şiiriydi. Müziğin ardından ağladığı, ahlakın bozgunuydu. Ahlak verilen sözlere sadık kalınmasını buyuruyordu. Söz verilmişti: Egemenlik halkındı. Çalışan kazanacaktı. Türk toplumu imtiyazsız sınıfsız bir bütündü. Ve saire. Bu sözler tutulmadı. Delikanlılığa sığmaz işler yapıldı. Varoşlarda yaşayanlar, içinde büyüdükleri dışarıdan gelmişlik duygusunun da etkisiyle olacak, sözleri tutmayanları suçlamadılar. Şehir için o kadar büyük fedakarlıkları göze almışlar, şehre girmek hedefine öylesine sabitlenmişlerdi ki, şehrin kendilerini aşağılaması, püskürtmesi, bozguna uğratmasına karşılık, şehri daha da yücelttiler. Bu kadar yücelttikleri şehri yargılama hakkını elbette kendilerinde görmeyeceklerdi. Zaten Yeni Dünya'ya ilk göçen umutsuzlar gibi, oldukça gelişkin bir bireysel ahlaka sahiplerdi. Kaybettiklerine göre kendilerinin suçlu olduğu sonucuna varmış oldukları da düşünülebilir. Ama suçun kimde olduğu da o kadar önemli değildi artık, çünkü yeterince beklemişlerdi, sabırları kalmamıştı. Çözüldüler. Gencebay'a ahlakın çöküşünün ardından yaktığı ağıtlarda vokal yapanların ahlakı çöktü. Varoşlarda yaşayanlar, varoşlarda yaşayanlara, şehirlilerin kendilerine davrandığı gibi davranmaya başladılar. Herkes herkesi şehirlilerin yaptığı gibi aşağılıyor, böylelikle herkes aşağılanıyordu. Bozgun şehrin kıyısına kadar gelmiş olanların değerleri olmadığını gösterdi. Gencebay'ın şiiri bu yüzden de cuk oturdu. Şehre girememiş olanlar varoşlarda şehri yeniden üretmeye, şehri taklit etmeye kalkmışlardı. Rıza'lar, Şehnaz'lar, Münir'ler, Sıdıka'lar, Halil'ler, Tunç, Cenk, Serap, Serpil oldular. Gencebay şehirliler gibi konuşuyor, tumturaklı laflar ediyordu. Gerçi söylenen sözler varoşlarda hiç bir gerçekliğe karşı gelmiyordu, ama söyleyenler şehirlilere benzemiş oluyordu. Gencebay'ın şarkıları, babalarının türkülerinden farklı olarak, şehrin taklit edilmesinde işe yarıyor, varoşluların kendilerini şehirli gibi algılamalarına imkan veriyordu. Şehrin üstüne abanmış olanların aceleleri vardı, bu yüzden şehri taklit ederken kaliteden biraz (!) fedakarlık yaptılar. Kızlar kötü boyalarla alelacele boyandılar, şehirli kızları taklit ettiler delikanlılar, yine de taklitleri asıllarından ayırabildiler. Genç kızlar şehrin kıyısında iğreti duran hemvaroşlularını değil, şehirli oğlanları istiyordu. Delikanlılar da şehirli kızların inceliği ve zerafetine vurgundular. Pratiktiler, dünyeviydiler. Dünyayı istiyorlardı. Ve artık hemen istiyorlardı. Şehirle bütünleşmek, yıllardır seyircisi oldukları, düşlerini kurdukları, dayanılmaz lezzetler vehmettikleri meyvaların tadına varmak istiyorlardı. Kendilerini inkar eden şehre, ne pahasına olursa olsun gireceklerdi. Başta bir süre birlikte davranmışlardıysa da, yeni kuşaklar artık, hep birlikte şehre girilemeyeceğini sonucuna varmışlardı. Önce gruplara bölündüler, sonra bireylere. Böylelikle başladıkları noktaya döndüler, yalnız gelmişlerdi, yalnızlığı yeniden ürettiler. Gerekli gördüklerinde kendileri gibi olanları sattılar. Bütün ilişkiler yalama oldu. Şehirde yoksullar zenginleri taklit etmiyorlar, kendi ahlaklarına sahip çıkıyorlardı. Şah'ın devrilmesinin ardından, zavallı Farah'ın çektiklerine ağlaşmışlardı. Varoşlardakiler ise Farah'ın kaybettiği efsanevi zenginlikten kendilerine bir pay kapma ihtimali olup olmadığını hesapladılar. (Böyle bir ihtimalin olmadığı durumda, Farah'ın kaybettikleri üzerinde oyalanma ihtiyacı da doğal olarak ortadan kalkıyordu.) Bu yüzden olduklarından da yoksuldular, kazançlarının bereketi yoktu. Zaten fiziki altyapının eksikliği yüzünden, herşey şehirdekinden daha pahalıya maloluyordu. Bir yandan da insani altyapı da her geçen gün biraz daha aşındı. Yoksulluk derinleşti, kemiğe dayandı. Acıyı iliklerinde, kemiklerinde hissettiler. Yoksulluk, yoksun oldukları herşeyi daha hırsla ve daha çabuk istemelerine yol açtı. Dolayısıyla daha da yoksunlaştılar, yoksullaştılar. Şehrin yoksullarından daha az kazanmıyorlardı, ama onlardan çok daha yoksuldular. Şehre bakan pencerelerinde oturup şehri seyrederken, bakışlarını yakındaki yoksul mahallelerden aşırıp, ötelere, daha ötelere baktıkları için, kendilerini avutabilecek şeyleri görmediler. Görmemeleri de gerekiyordu. Yoksa kararlılıkları ve hırsları eskiyebilirdi. Zaten avunmak değil, sahip olmak istiyorlardı. Herşeyi, herşeyin en iyisini istiyorlardı. Muhtemelen kendilerini, her şeyin en iyisine layık da görüyorlardı. Gencebay'ın müziği "hislerine tercüman (a uzatılacak) oldu". Mükemmel değildi, mükemmellik iddiasında da değildi, ama mükemmeliyetçiydi. 100 altın gerekiyorsa, 100 altın istiyordu, 99'a razılık göstermiyordu. Orhan abimiz bu pazarlıkta, alemlerin sahibi ile varoşlar arasında, varoşların adına sözcülük yaptı. Şehrin otoritesi varoşlarda hiç tartışılmamıştı. Ancak bozgundan sonra, eğer şehrin iradesine kalırsa, ilelebet kıyıda kalacaklarını da hissetmiş olmalılar. Bu yüzden Gencebay'ın müziği, şehrin üstünde, daha büyük, tartışılmaz bir otoriteyi, Allah'ı işaret ettiği için, bir tür rahatlama da sağlamış olmalı. Ancak bundan varoşların dindar olduğu ya da bozgundan sonra dindarlaştığı sonucu çıkarılmamalı. Aksine varoşlar belki de şehrin en dünyevi kesimiydi. (Gencebay'ın şiiri, -geçersizliği bizzat hayat tarafından hergün yeniden kanıtlanan- sübjektif bir ahlaka gönderme yaparak, bir yandan da varoşlardaki hayatın uhrevi gediğini kapatıyordu.) Huşu içinde müzik dinlemek sayılmazsa, ibadet de etmiyorlardı. Kuşkusuz inançsız sayılmazlardı, ama inançlı olmak ya da olmamak gibi bir sorunla yüzleşmiş de değillerdi. Yüzleşmek zorunda kalsalar, muhtemelen inanmak için bir mucize örneğin şehrin kendilerini kabul etmesini talep edeceklerdi. Gerçi kendi işlerini kendileri yapmak konusuda kararlıydılar. Şehrin işini kendi elleriyle göreceklerdi. Allah'tan birşey istedikleri yoktu. Yine de kendilerini dışlayan şehri şikayet edecek bir merci bulmuş olmaktan hoşnut oldukları düşünülebilir. Varoşlarda yaşayanlar dokunduklarına ve gördüklerine ancak inanıyorlardı. Biraz bu yüzden, sadece görüntüyü netleştirmekle meşguldüler. Başkalarına televizyon sahibi gibi görünmek isteyenler, boş televizyon kabini piyasası bile oluşturmuştu. Şehrin ekonomisi varoşların taleplerini karşılamak üzere, her ürünün ucuz ve frapan bir versiyonunun üretilmesine, hanidir uyum sağlamıştı. Bir yandan da sistemin, gördükleri kadar olduğunu sanıyorlardı. Dolayısıyla her hangi bir tüccarın faaliyetlerine baktıkları zaman, kendilerinin yapamayacağı hiç bir şey görmüyorlardı. Ahlak emekliye sevkedilip, varoşlarda şehrin üçüncü sınıf bir kopyası yeniden kurulurken, yaşantı gerçeklik duygusunu iyiden iyiye yitirdi. Her hangi iki şey artık birbirine mütenasip değildi. İzbe gecekondularda rutubet içinde yaşayan genç kızlar, çamur içindeki sokaklara, aşırı giyinmiş ve boyanmış olarak çıkıyorlardı. Son durakta minibüsten inmeden önce -ne yapılırsa yapılsın, yoksulluğu ele veren- can sıkıcı ve utanç verici ayakkabılardan çamurun temizlenmesi için, çantalarda özel nemli bezler, kadife parçaları taşınıyordu. Gencebay'ın birbirine uyumsuz, herbiri kendi başına aşırı abartılmış motiflerle dolu olan müziği, kenar mahallelerde olağan olan uyumsuzluğun destanı olarak da görülebilir. Elbette giyimlerinin, makyajlarının ve parfümlerin ucuzluğu rahatsız ediyordu, ama imkanları da bu kadardı. Üstelik imkanlarını genişletmek için hiç bir fedakarlıktan kaçınmıyorlardı da. Genç kızlar modayı izleyebilmek için gerekli finansmanı sağlamak uğruna, kendilerini hevesle satıyorlardı. Şehrin kıyısına kadar gelmişken içeri girememek, şehrin büsbütün yüceltilmesine yol açtı. Dallas'lar, yüceltmeyi körükledi. Varoşlardaki her evde, köylerinden kalkıp buraya kadar, şehrin kıyısına kadar, bunun için, Dallas'taki gibi bir hayat için gelindiği, bunca rezilliğin bunun için göze alındığı dile getirilmeden biliniyordu. Rezilliğe bir süre için daha katlanmak gerekiyordu. Zengin ve Yoksul'un yoksul olanı, taş gibi delikanlılığıyla ve film bu ya dizinin sonunda nasılsa kazanacağı umuduyla, gerekli olan moral finansmanı sağlıyordu. Köyden kalkılmış, buralara kadar gelinmiş, hayata bu kadar yaklaşılmıştı. Ama dokunulsa tutulacak kadar yakındaki hayat, görünmez bir zırhla kendisini varoşlardan koruyordu. Şehir, kendisine yaklaşıldıkça erişilmez oluyordu. Bu arada şehre karşı verilen savaşta yeterince işe yaramayan eğitimden cayıldı. Eğitim taşra kasabalarının ümidi olmayı sürdürdü, ama varoşların şehirle sürdürdüğü savaşın ortaçağı andıran atmosferi için fazla ince ve naiv kalmıştı. Taşra kasabaları hala diploma peşinde oyalanırken, varoşlar şehre karşı silahlandılar. Kendi iradeleriyle olmadı. Varoşları silahlandırmak ve yedeklerine almak, devrimcilerin 1970'lerin ikinci yarısında keşfettikleri bir potansiyeldi. Varoşlar, gerçi uzun süre ayak sürüdüler. Onların kendi savaşmak zorunda oldukları cepheleri ve görülecek hesapları vardı. Türkiye'nin topyekün kurtuluşuna filan inanmayacak kadar bireyciydiler de. Ama profesyonel devrimciler uzun yıllar süren çabaların sonucunda, kısmi bir başarı sağladılar. Ardından ülkücüler çok daha pratik bir stratejiyle sökün ettiler. Delikanlıların delikanlılıklarına seslendiler ve ellerine silah verdiler. Ülkücülerin stratejisi, devrimcilerin stratejisine göre, daha kısa süre içinde, daha yüksek verim sağladı. Yine de varoşların delikanlıları hiç bir zaman, iç savaşa şehirli ve üniversiteli gençler kadar kendilerini kaptırmadılar. Türkiye'nin kurtarılmasına kerhen katkıda bulundular. Onlar kendilerini kurtarma peşindeydiler, öyle toptancılığa akılları ermedi. Tırnaklarını geldikleri yerde bırakıp gelmişlerdi. Ama mazeret aramadılar, tırnaksız parmaklarına muştalar taktılar ve savaştılar. Savaştan kalan zamanlarda kahvehanelerde okey oynayıp, kadınlar hakkında ahkam kestiler. Oysa kadınları tanımıyorlardı. Birkaç sebeple.. Birincisi, şehre kabul edildikten sonra, şehirlilerin yaptığı filmlerden gördükleri kadarıyla şehirlilerin yapması gerektiği gibi, ellerini öperek, en güzel kadınları fethedeceklerdi. Savaşa bulaşmış elleri, henüz böyle bir ilişki için hazır değildi. Elleri öpülerek baştan çıkarılacak kadınlar dışındaki ilişkiler de, kendilerine göre değildi. Bu işin romantik bölümü. Bir de gerçek tablo var. Çevrelerindeki kızların bir bölümü, kendilerini şehirlilere peşkeş çekiyor, ama varoşlulara koklatmıyordu. Diğer bölümü ise evlenme vaadiyle kandırılamayacak, aile kızlarıydı. Güvenceli bir gelir sahibi olmadan da kimse kızını vermiyordu. Dolayısıyla delikanlılar kadınları tanıyacak fırsat bulamıyorlardı. Aşık oldukları kızlar vardı ve erişemiyorlardı. Erişemedikleri için de yüceltiyorlardı. Orhan abimizin müziği, minibüslere çıkartma olan sloganlarıyla, delikanlıların sevdikleri kızlar hakkındaki dile getirilemez karışıklıktaki duygularına da tercüman oluyordu. Türkiye için tanıdık olmayan bir insan kategorisiydiler. Tırnaklarını geldikleri yerde bırakıp gelmişlerdi. Yeterince beklediklerine inandıklarında, şehrin surlarına saldırdılar ve bozguna uğradılar. Sonra dişlerini bilediler, birbirlerinin üzerinde sınadılar. "Karmaşık duygular içinde"yken Gencebay'ın müziğinde kendilerini buldular. Çok geçmeden sayısız sanatçıları oldu. Bir kısmı Almanya'ya gitti. Zoru gördü, terbiye oldu, kaybettiği gelenek olmadan tutunamayacağını anladı. Ama gelenek, gelenekti. Gelenek haline gelene dek, köprülerin altından çok suların akması gerekiyordu. Göçenler genellikle aceleci olurlar. İstediklerini hemen isterler. Lümpenliklerine gelenek kıyafeti giydirdiler. Almanya'ya gidenlerin bir bölümü kendi hesaplarına daha şanslı çıktılar. Almanlar Alamancı Türklere, İstanbul kadar tavizsiz davranmadılar, Adem'den devreden akrabalığın hatırını çok gönüllü olmasa da saydılar. Alamancılar'ın içinden, kıyısına iliştikleri topluma bir süre sonra tırnaklarını geçirebilenler çıktı. Gencebay ekolünden kendi seslerini, kendi sanatçılarını yaptılar. Onlar, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş, yenik, hevessiz, heyecansız, engelli, defansif, olumsuz, kısır toplumu harekete geçirebilecek olan tek dinamik kesimdiler. Yenilgiyi kabul etmemişlerdi. Onları yarım bırakanlar biçimsizliklerinden ürktüler, hiç bir çarkı döndürmeyen kasnaklara bağladılar. Yaralandılar ve enerjileri toprağa verildi. Malzemelerinden hırçın, saygısız, yırtıcı, yıkıcı insanlar oyuldu. Onlar kaybetti. Onları kaybettik. Arkası da yok. |
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |