Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır. |
|
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |
Akla İhanet Eden Kim?
Çağlar Güven |
||
22 Nisan'da Cumhuriyet'te sayın Celal Şengör Avrupanın tarihte ikinci kez akla ihanet içinde olduğunu yazdı. Sayın Şengör evrensel uygarlık hedeflerinden ve aydınlanma geleneğinden sapma tehlikesine işaret ediyor. Relativizmin öne çıkmasıyla doğru ile yanlışın, bilim ile
safsatanın birbirine karıştırılacağından endişeleniyor. Relativizmin bilim karşıtı olduğu tezini benimsiyor.
Aydınlanma düşüncesi deneysel bilimin üstünlüğüne inanır. Gerçekten de deneycilik sayesinde aklın onu açıldı, bilim hızla gelişti. Ancak iş orada kalmadı; eski Yunanlılardan beri bilim ve ahlak ayrı alanlar olarak görülürken, aydınlanma filozofları ahlakın da rasyonelleşebileceğini düşündüler. Buna göre dini otorite reddediliyor, dince kutsanan erdemler aklın gerektirdiği erdemler olarak sunuluyordu. Böylelikle ahlak da bilim gibi sağlam temellere kavuşacaktı. Aydınlanma geleneğinde bilimin başlıca dayanağı evrenin bir arada duran birçok gerçeklikten oluştuğu görüşüdür. İnsan aklı analitik yöntemle bu gerçeklikleri birer birer sorgulayabilir. Bu pozitivist yaklaşım 20. yüzyılda bütün bilim dallarına yayıldı. Pozitivizm, gerçekliğin insandan bağımsız olduğuna inanır, temel ilkesi objektivite, yanı nesnelliktir. Buna göre ahlak ve değer yargılarının bilim alanı dışında bırakılması, yani bir anlamda teori ve pratiğin birbirinden ayrılması gerekiyordu. Ancak Popper, Feyerabend ve Habermas gibi çağdaş düşünürler gerçek anlamda nesnel sorgulamanın mümkün olamayacağını ileri sürdüler. Bu düşünceye göre sorgulama ancak belli bir dünya görüşünden hareketle yapılabilir ve nesnellik bu gerçeği kabul etmekten daha öteye gidemez. Yani teori pratikten soyutlanamaz ve pozitivizm bunu gözardı ettiği ölçüde eleştirici akıldan uzak düşmüş olur. Sayın Şengör bir bakıma haklıdır; relativizm gerçekten de aydınlanma rasyonali ile bağdaşmaz. Ama relativizmi ortaya çıkaran aydınlanma geleneğinin kendi çelişkileri; özellikle de ahlakı rasyonalleştirme girişimidir. Denilebilir ki bilim adamının görevi felsefe değil bilim yapmaktır ve sonuc verdiği sürece pozitivizm geçerlidir. Oysa asıl bu noktada bilim adamının sorumluluğu ortaya çıkar: Nesnel olduğu ileri sürülen bilimsel sorgulama, ekonomiyi, politikayı, hukuku, ahlakı ve sanatı etkileyen sonuçlara yol açar; istemese de tercihler ileri sürmekten kaçınamaz. Yanlış olan, bu tercihlerin bilim adına yapılmasıdır. Gerçekten de bilim, bilimsel sorgulamanın gündemini belirleyenlerin elinde bir baskı aracına dönüşebilir. Marksist düşüncenin buna işaret ettiğini biliyoruz; ancak işin boyutu Marksist pratiği de aşmış görünüyor. Sovyet çöküşünden sonra aydınlanmanın bir dalı budandı. Başına buyruk kalan liberal kapitalizm serbest piyasaya, tekno-ekonomik tercihlerde piyasadan gelen sinyallere ve ademi merkeziyetçi karar süreçlerine dayanır. Marjinalist, yani sadece yakını gören muhakemeyi benimser. Piyasa düzeninde üretime yol gösteren tekno-ekonomik düşünce, kişisel ve toplumsal davranışları düzenleyen pratik düşünceyi arka plana itmiştir. Bugün varılan noktada tekno-ekonomik düşünce o denli baskındır ki, serbest piyasa rejimi çevreyi ve doğayı yağmalayarak tarumar etmekte, uzun vadeli sinyallere duyarlı olmadığından dünyayı çevresel yıkıma sürüklemekte, ve bunu yaparken bilimi fütursuzca kullanmaktadır. Bunun örneklerini Amazon ormanlarında da görebiliriz, Gökova Körfezinde de, Fırtına Vadisinde de. Üstelik doğanın yağması yetmezmiş gibi, ekolojik dengeleri altüst etmesi muhtemel araştırmalar bilimin en gözde konuları haline getirilmiştir. Bunları günlük yaşamımızda görüyor, ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. Relativizm başımıza işler açabilir, ama sorumluluğun bir bölümü kapitalizmin bu saldırısına karşı koymak şöyle dursun, bilerek veya bilmeyerek ona alet olan pozitivist bilime aittir. Bütün bunlar aydınlanmanın insanı evrenin merkezine yerleştirmesiyle başlar; doğa insana hizmet için vardır. (Marksizmin de insan merkezli anlayışa saplandığı görülür; çevre talanının Sovyet topraklarında ulaştığı boyutlar şaşırtıcı değildir). Ancak aydınlanma, insan pratiğinin hikayesini sanki bir kişinin hikayesiymiş gibi anlatmak ister; batı hümanizması dışında kalan ahlak ve kültürler önemli değildir. Evrensel değerler batılı insana göre biçilmiştir. Küreselleşme süreci bu anlayışın ürünüdür. Sovyet bozgunundan sonra liberal kapitalizm, pratik düşünceyi tamamen ikinci plana iterek kendi ekonomik düzenini tüm dünyaya dayatmaktadır. Bunun çevresel sonuçları ortadadır. Roma Kulübünce 1992'de MİT Üniversitesine yaptırılan araştırma doğa tahribatının sürdürülemez boyutlara ulaştığına, bu gidişle önümüzdeki onyıllarda yiyecek dahil tüm üretimde zorunlu düşüşler olacağına işaret ediyor. Bunu ne liberal kapitalizm önleyebilir, ne de onun mazeretçiliğini üstlenen pozitivist bilim. Liberalizmin yegane gerçek vaadi olan tüketim vaadi inanılırlığını yitirmektedir. Sovyet fiyaskosunu izleyen bir başka sürec, piyasa kapitalizminin kitlelere saldığı güvencesizlik duygusunun ve kültürel boşluğun beslediği direnişler, milliyetçi parçalanma ve kimlik arayışlarıdır. İdeolojilerin sona ermesi ve liberalizmin kucaklanması beklenirken işlerin karıştığı görülüyor. Liberalizm, tek seslilikle suçladığı Sovyet rejimini yıktıktan sonra, tekno-ekonomik düşünceye teslim olmuş, insan pratiğinden soyutlanmış, standartlaşmış, yüzeyselleşmiş, tasniflenmiş, apolitik, steril, tüketim boyutuna hapsedilmiş bir başka tür yaşam tarzını bütün dünyaya dayatmakta; bunun meşruiyetini de inanılırlığını yitirmiş, terkedildiği takdirde yerine neyin konacağı bilinemediği için korku saikiyle muhafaza edilen bir ahlaki rasyonele dayandırmaya çalışmaktadır. Pozitivizmin bilimsel indirgemeciliği gibi, liberalizm de kültürel yaşamı kendi önerisi olan bu rasyonele indirgemeye çalışıyor. Anlaşılıyor ki bu rasyonel bir Amerikalının tek basına birçok yoksul ülkeden nasıl daha zengin olabildiğini; veya batılı bir askerin hayatının yüzlerce Irak vatandasının hayatından neden daha önemli olduğunu dahi açıklayabiliyor. Liberalizmin bu dayatması başta faşizm, anti-liberal akımların değirmenine şu taşımaktadır. Aydınlanma projesinin neo-liberal senaryoya göre sonuçlanması gerekmez. Neo-liberal senaryo çoğulcu görüntüsüne karşın insanlığı tek boyutlu bir tüketim çarkına indirgemeyi öngörüyor. Doğuda ve batıda, insanlık çetin bir ikilemle karşı karşıya; bir yandan neo-liberal hegemonyanın kuşattığı yasam alanını korumaya çalışıyor, öte yandan o hegemonyanın dayattığı tekno-ekonomik düşünceye teslim olmaktan kurtulamıyor. Geleceğin nasıl şekilleneceği belli değil ve eleştirici akıl insanlığın tek güvencesi. Bilimin yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Ama ondan da önce bilimin ve bilim adamının özeleştiriye ihtiyacı var. Bilim adamı ilkin teorinin pratikten ayrılamayacağını, görevinin hegemonyalara destek çıkmak değil, maskeleri indirmek olduğunu hatırlamalı. Bilim adına konuşurken dokunulmazlığa sığınmamalı; bilmeli ki söylenen herşey insan pratiğinin bir parçasıdır. Ve bu pratik içerisinde sade yurttaş ile bilim adamı eşit söz hakkına sahiptir. Bilim adamı bir yandan gerçekliği parça parça ararken, öte yandan asıl gerçekliğin büyük ve bölünmez bir bütün olduğunu unutmamalı. Bilim dalları arasındaki duvarları kaldırmalı, nesnellık rüyasından uyanmalı. Bilginin sadece bilimsel değil aynı zamanda tarihsel, toplumsal ve kültürel boyutları olduğunu görmeli. Relativizmden yakınmak yerine pozitivist aldanmalardan arınarak eleştirici akla kulak vermeli. Bilim, önce Atatürk'un işaret ettiği gerçek mürşit olmalı. Çağlar Güven 1999 |
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |