Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Yardım

Yazışma

Core Competency (Temel Yetkinlik)

Onur Ataoğlu

Politika Tartışması

Eski Yazılar

 

 

Bu konudaki tartışmalar hatırladığım kadarıyla imalat sektöründe core competency (temel yetkinlik desem olur mu?) yaratmak üzerine başlamıştı. İlk aklıma gelen, temel yetkinlik (TY) yarattığımız/yaratabileceğimiz sektörlerle Türkiye'nin küresel rekabet gücü olan/olabilecek sektörlerin aynı olup olmadığı... Bu soruya verilebilecek en kolay cevap, "tabii ki, TY'e sahip olduğumuz sektörler, rekabet gücümüz olan sektörlerdir" Ancak, ben bu iki kavramın tam örtüşmediğini düşündüğümden, stratejiyi biraz daha dikkatli belirlememiz gerektiğini savunuyorum. Yani, küresel rekabet gücümüz olan, ancak TY kazanamadığımız sektörler üzerine mi yoğunlaşalım, yoksa rekabet gücümüz fazla olmasa da, TY sahibi olduğumuz sektörlerin mi üzerine gidelim?
İşin en başında sorulabilecek bir soru, tartışma imalat sektörü ile başladığından, bu sektör üzerine yoğunlaşmak gerekip gerekmediği... Sanırım, Sayın Taşçı da bu konuya değinmiş, imalatta fazla bir rekabet şansımız olmadığını söylemişti. Hatta imalat sektörüne aktarılan kaynakların verimli olup olmadığı bile sorgulanabilir.

Turizm
İmalat dışına çıkarsak, turizm çok ilginç bir örnek olarak önümüzde duruyor. Bence turizm, yukarıda bahsettiğim, rekabet gücümüzün çok büyük olduğu, ama hiçbir şekilde TY sahibi olamadığımız ve bu yüzden dünya ölçülerinde nal topladığımız bir sektör. TV8'de "Bay Turizm" diye bir program var, sevimli bir adam her hafta çok güzel programlar yapıp turizm sektörünün önemini anlatıyor. Anafikri de, "Türkiye'ye 2010 yılında Turizm'den 60 milyar $" Diğer ülkelerle güzel karşılaştırmalar yapıyor, söyledikleri gerçek, basit ve temeli olan şeyler. Ama dediğim gibi, turizm konusunda inanılmaz beceriksiz bir ülkeyiz, sahip olunan potansiyelle elde edilen gelir çok orantısız. Olmayan TY'mizi geliştirebileceğimiz, yapamazsak da TY "ithal edebileceğimiz" bir sektör turizm.
Ancak Türkiye Maldiv adaları gibi sırf turizmle karnını doyuran bir ülke olamaz, tabii ki olayın kalkınma, istihdam gibi başka boyutları da var; yani mutlaka üretmek de zorundayız bence... İlk akla gelen sektörlerden birisi tarım (gene imalat dışında kaldık) ve tarıma dayalı sanayilerdir (işte sonunda imalat) Bu derece köylü bir toplum olup da yıllardır "kendi kendini besleyebilen bilmem kaç ülkeden biri" masalıyla büyümemize karşın, tarımda hiç TY geliştirememiş olmamız utanç verici. Tüm dünya organik tarım ürünleri fırtınasına yakalanmışken, ve özellikle GAP yöresinde kirlenmemiş topraklara sahipken, konunun bu kadar dışında kalmamız inanılmaz. Ülkenin demografik yapısını da düşünür, ve göç sorunuyla da boğuşurken, tarım teknolojileri konusunda TY kazanmamız (gene gerekirse ithal etmemiz) şart.
Buğday Tohumu
Bundan 7 yıl önce, görevli olarak yabancı sermayeli bir şirkete gittiğimde, buğday üreticisi Türkiye'de buğday tohumu ıslahını sadece Alman sermayeli bu şirketin yaptığını, tüm Türkiye'nin ıslah edilmiş tohumlarını bu şirketten aldığını öğrenip şok geçirmiştim. Yani sen, yıllarca buğday depoluğu ile iftihar et, ve tohumlarını buğday üretmeyen bir ülkenin firması ıslah etsin, yıllardır da bu konuda bir şey öğrenmek için çabalama... ama, ille de (örneğin) kendi bulaşık makinamı ben yapacağım diye yırtın. Ayhan Bey'in pamuk case'inde olduğu gibi, pamuk yetiştirecek toprağa sahipsin, pamuk yetiştirme teknolojisini ise pamuk yetiştiremeyen ülkeler sana satıyor. Hatta bir gün, parasıyla istesen de satmayabilirler, kalırsın ortada...

Gıda
Neyse, şikayet kısmı çok uzadı, tarımın hemen arkasından gelen gıda (yiyecek-içecek) sanayileri konusunda da yapılabilecek çok şey var. Kurutulmuş, dondurulmuş, işlenmiş, paketlenmiş, vb. gıda ürünlerinde biraz TY birikimi sağlanmış; o da daha ziyade yabancı sermayeli firmalar sayesinde. Ama, ziyadesiyle üzerine gidilebilir bir konu.

Tekstil
Tabii, Türkiye deyince, tekstilden bahsetmemek olmaz. Yukarıdaki örneklerin aksine, rekabet gücümüzün çok azaldığı, ancak TY birikimine sahip olduğumuz bir sektör. Tekstilde çok iyi bir imalat kalitesi var, mükemmel bir fasoncuyuz, ama fasonculuğun sonu da senden daha ucuz bir fasoncu çıkana kadardır. Çinlilerin 1 dolara ürettiği tişortu 98 cente üretmekle rekabet olmaz, gün gelir o da 95 cente üretir, canına okur. Bu rekabet sadece gelişmiş ülkelerin daha ucuza tişort giymesine yarar. Şu anda devalüasyon sevinicini yaşayan tekstil ihracatçılarından çok azı Çin'in Dünya Ticaret Örgütü üyeliği müzakerelerinde son aşamaya geldiğinin farkında. Çin DTO üyesi olduğunda, ortalık hüngür hüngür ağlayan, müflis tekstilcilerle dolacak ve belki de havlu dışındaki tekstil ürünlerinde havlu atacağız.
Tekstilde tek çıkış yolunun uluslararası marka yaratmak olduğu aklı başında kişilerce hep söylenegeldi, ama Türkiye'den bu vizyona sahip bir girişimci çıkmadı (bkz. Zara örneği. Erol Hocamın bahsettiği Koton vakasını şiddetle destekliyorum) 1993 yılındaydı, MUDO'dan üst düzey bir yönetici ile konuşuyordum. O sıralarda da MUDO gayet iyi durumdaydı. Kendi markalarıyla yurt dışına açılma projelerinin olup olmadığını sordum. Bana kesinlikle öyle bir niyetleri olmadığını, yurt içi piyasa ile yeterince mutlu olduklarını söylemişti. Ben ısrarla yurt dışında da iddiali olabileceklerini savundum, o da kesinlikle bu fikre yanaşmadıklarını söyledi. Eh, kimseyi silah zoruyla uluslararası marka olmaya zorlayamazsın, adam kolayı tercih etmiş...

Seramik
Hem rekabet gücü, hem de TY sahibi olduğumuz bir sektör de seramik ürünleri. Bu konuda gerçekten yetkiniz ve küresel bir rekabet gücümüz var. Ancak, en temel girdisi enerji olan bu sektörü de öldürmek için elimizden geleni yaptık. Enerji çok önemli bir girdi ve firmalar doğal gaz kullanmayı tercih ediyorlar, hatta sırf bu yüzden Süleyman Babanın yakın arkadaşı Bodur'un Çan'daki fabrikalarına kadar doğalgaz boru hattı döşendi. Sektörün büyük çoğunluğu ise (doğalgaz erişimi dışında olduklarından) LPG kullanıyor. Ancak, birkaç uyanık taksici de LPG'yi keşfedip araçlarını dönüştürünce, işler karıştı. Devlet önce aylarca olaya seyirci kaldı, onbinlerce arabanın LPG'ye dönüşmesini seyretti, sonra da onları cezalandırmak için LPG'ye vergi ve fonları giydirdi. Olan seramikçilere oldu. Neyse ki bu çaresi kolay bulunabilir bir problem, önemli olan bu sektörde TY birikimimizin olması.Bir de otomotiv ve elektronik sektörüne değinmek ve konuyu bağlamak istiyorum, ama onu bir sonraki mailde yapayım, bunun ucu bucağı kayboldu, buraya kadar okuyanların da gözleri şişti.
Sevgiler,
Onur Ataoğlu '92

Süreç Geliştirme
Otomotiv ve elektronik konusuna girmeden önce, hemen hemen tüm imalat sektörleri için geçerli bir noktaya değinmek istiyorum. Ülke olarak genelde yeni ürün yaratmak - teknoloji geliştirmek gibi konularda çok yetenekli değiliz, ama imalat süreçlerinde büyük bir core competency (gene temel yetkinlik (TY) diyeyim mi?) sahibiyiz. Yani, ne üretsek, nasıl üretsek sorularına cevap bulamıyoruz, ama birisi "şunu şöyle üret" deyince de pek güzel üretiyoruz, üretim süreçlerini geliştirebiliyoruz.Eminim ki hepimiz "yaw, gavurlar falanca ürünün nasıl üretildiğini görmek için Türkiye'ye gelmiş, tesise gelip de gezince, 'vay be, bu kalitedeki ürünü bu tesiste mi üretiyorsunuz, helal olsun size' demişler..." türündeki efsanevi hikayelerle büyüdük. Eh, bu hikayelerde bayağı bir gerçeklik payı da var. TY tartışmalarında, imalat süreçlerindeki bu avantajımızı her zaman göz önünde bulundurabiliriz.

Otomotiv
Otomotiv ve yan sanayiye gelince, otomotiv Türkiye'deki en ilginç case'lerden birisi oldu. Şu anda, GSYİH'e katkıda, gıda ve tekstilden sonra üçüncü sırada, ihracattaki payı çok büyük hızla artıyor. Türkiye'de 7 büyük otomobil üreticisi var(dı, opel gitti 6 kaldı) ve bu rakam Türkiye'nin iç pazari için (ekonomik üretim kapasiteleri göz önüne alınırsa) çok fazla. 1993 yılı sonlarında, otomotiv sektörü patlarken, Honda, Hyundai ve Mazda Türkiye'ye geldi, Tofaş ve Renault büyük kapasite artışı yatırımlarına girdi, 94'te kriz patlayınca Mazda hemen geri döndü, Honda, Hyundai ve diğer üreticilerin projeleri bir süre askıya alındı. 93 yılındaki projeksiyonlar, Türkiyedeki iç pazarın 2000'de 1 milyon otomobile ulaşacağını gösteriyordu, bugün halen 300.000 civarında.
Bu arada, büyük firmaların küresel yeniden yapılanma süreçlerinde Türkiye'deki ortaklıklarına yeni görevler biçildi. Ellerinde patlayan atıl kapasiteleri değerlendirmek için, imalat süreçlerinde Türkiye'nin güclü TY'si de göz önüne alındığında, bu firmalara daha global stratejiler belirlendi. (halbuki, 93 yılı planlarında hiçbir otomotiv firması kesinlikle ihracatı öngörmüyordu).
Bugün de bildiğimiz gibi, Renault Clio ve Megane ile, Tofaş Doblo ile, Ford Gölcük'teki yeni fabrikasında üreteceği model ile ana şirketleri icerisinde küresel bir rol almış durumda. Toyota'da ise, Japonlar çoğunluğu Sabancı grubundan devraldı, ve onlar da benzeri planlar içinde. Bunlar çok güzel gelişmeler, ülke ekonomisine de çok büyük faydaları olacak, ancak, ne derece ulusal rekabet gücü kazandırır, tartışmalı. Sonuçta kararlar yurtdışındaki merkezlerde alınıyor, ve neyin nereye ihraç edileceğine de merkezler karar veriyor. Bağlayıcı lisans anlaşmaları yüzünden, Türkiye'deki şirketlerin kendi politikalarını oluşturmaları çok zor, ama gene de ülkeye katkısı olan bir sektör olduğunu düşünüyorum.
BMC belki değişik bir case olabilir; her ne kadar British Motor Company'nin kısaltması olsa da, İngilizlerle bir ilgisi kalmamış bir şirket. Eski ortaklığı sırasında edindiği TY'si sayesinde, bugün tamamen kendisinin geliştirdiği ticari araçlarla piyasada rekabet ediyor. Büyük firmalar gibi, dizaynını Pininfarina gibi profesyonel bir şirkete yaptırıp, üretim sürecindeki bütün kalıplarını kendisi geliştirip, yaptırdığı dizayna motor ve yürüyen akşamı da oturttuktan sonra, hiç bir lisans anlaşmasının bağlayıcılığı altında olmadan üretim ve ihracatını yapıyor.
Tabii, otomotiv yan sanayinde çok büyük imkanlar var. Bu dalda hem yerli hem de yabancı sermayeli bir çok firma bulunmakta ve sektörde kazanılan TY, uluslararası rekabet şansı yaratmakta. Yan sanayi firmaları (özellikle yabancılar) genelde bir-iki ana firmaya parça üretmek üzere kuruluyorlar, ancak yapıları daha esnek ve kendilerine değişik stratejiler çizebilirler.
Sonuçta, otomotiv (ve yan sanayi) hayli TY kazandığımız bir sektör; ancak, karar mekanizması daha çok uluslararası şirketlerin kontrolunde. Ancak, bu sektörün istihdam, yan ekonomiler ve genel anlamda imalat süreçlerinde yetkinlik kazandırma becerisi yüksek, bu yüzden vazgeçilemez olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bir şekilde, Türkiye'de haddinden fazla otomotiv şirketi yer almış; hiçbirisi Türkiye'den vazgeçmek istemediği ve yurt içi rekabetin de bu kadar firmayı kesmeyeceğinden hareketle, sektörde özellikle ihracat açısından olumlu gelişmeler yaşanacak. Bu aşamada yoğunlaşılması gereken, yan sanayi üzerine yüklenilerek, dikey entegrasyonun ve ülkede yaratılan katma değerin artırılması olabilir. Otomotivcilerin yorumlarını bekliyorum.Parmaklarım yoruldu, elektronigi ve lafı toparlamayı sonraya bırakayım.
Sevgiler,
Onur Ataoğlu '92

Üçüncü ve umarım sonuncu bölüm:
Elektronik sektörü ancak bir kaç başlık altında incelenebilir;

Beyaz ve Kahverengi Eşya
Tüketici elektroniği (beyaz ve kahverengi eşyalar) konusunda oldukça rekabetçi olduğumuz ve iyi bir temel yetkinlik (TY) kazandığımız söylenebilir. Vestel, Beko, Profilo gibi markaların özellikle TV'de Avrupa ülkelerinde çok ciddi bir pazar payı var. Aslına bakarsanız, Avrupa ve ABD, TV, buzdolabı, fırın gibi şeyleri üretmeyi gelişmekte olan ülkelere bıraktı, elektronik sektöründe kaynaklarını katma değeri yüksek olan high-tech ürünlere kaydırdı. Ama olsun, gene de "teknolojinin beşiği ülkelerde Türk TV'leri satılıyor" diye gurur duyabiliriz, sonuçta ülke bundan kazanıyor. Vestel TY'lerini daha yüksek teknoloji vasıflarıyla güçlendirmek amacıyla, Silikon Vadisinde şirket bile kurdu, araştırmalarına devam ediyor. Yani, bir adım daha ileri gitme yolunda çabalar var. Tüketici elektroniğinde iyi bir TY birikimi sağlandığını, Türkiyedeki önde gelen şirketlerden birisini gezen bir Japon heyetinden de duydum; gerçekten çok etkilenmişlerdi ve bu firma ile bazı işbirliği çalışmalarına girdiler.

IT
Telekom ekipmanları da, yabancı sermayeli şirketlerin varlığı ile rekabet edebilen bir sektör; "ulusal" bir rekabet gücümüz ve TY'miz olduğu pek söylenemez. Profesyonel ve endüstriyel ekipmanlar, bilgisayar ve ilgili ekipmanları ve komponentler konusunda ise pek bir rekabet gücümüz ve TY'miz yok.IT ve software konusu tartışmaya çok açık, Hindistan ve İsrail'den sonra tren hala kaçmış sayılmaz, ancak çok hızlı hareket etmek gerek. Bu konuda daha önce epey bir tartışma olmuştu, fazla detaya girmeyeyim.

Japonya Deneyimi
Söz elektronikten açılınca, 2,5 sene önceki bir Japonya deneyimimi aktarmak istedim. Japon Dış Ticaret Örgütü (JETRO)'nun bir programı ile, elektronik sanayinde Türk-Japon işbirliği ve Türkiye'ye Japon yatırımları çekilmesi konusunda bir çalışma yapmak için üç haftalığına Japonya'ya gitmiştim. Japonya'da hem ilgili sektör kuruluşları, hem de önde gelen bir çok firma ile (Sony, Toshiba, Canon, NEC, Fujitsu, Sharp, vb) birebir görüşmeler yaptım.
Çok apar topar gitmek zorunda kaldığım için, elimde sektörle ilgili kısıtlı data ve analizler vardı. Kısaca yukarıda özetlediğim gibi;
Tüketici elektroniğinde çok güçlü yerli firmalar, büyük bir rekabet varTelekom ekipmanlarında, özellikle Avrupalı firmaların büyük yatırımı varKomponentlerde büyük bir boşluk var, korkunç bir ithalat, sıfır yatırımBilgisayarlar, endüstriyel vb. ekipmanlarda da yatırım çok az, ithalat çok fazla...
Böyle bir durumda, Japon firmalar yatırım yapmak için sizce en çok hangi alt sektörle ilgilendi dersiniz? Bu sorunun cevabı ülkenin rekabet gücü ve TY'leri ile nasıl bağdaşır derseniz, önemli ipuçları çıkabilir. Buraya kadar okuyup da konuyla ilgilenen arkadaşlardan tahminlerini ısrarla bekliyorum.İyi güzel, bunları yazdın da ne oldu derseniz, bir toparlama yapabilirim. (Potansiyel) rekabet gücümüz olan sektörlerde mutlaka TY oluşturmak, gerekirse "ithal etmek" için sistemli bir çalışmaya girmeliyiz; ya da TY oluşturduğumuz, ancak küresel rekabet edemediğimiz sektörlerde de rekabet gücümüzü nasıl artırabileceğimize dair senaryolar oluşturmalıyız.

Liberal vs Planlı Ekonomi
Peki bu nasıl olabilir? Benim burnuma hafiften "planlı ekonomi" kokusu geliyor. Ama, planlı ekonomi deyince, hemen "bu devirde olur mu planlı ekonomi; bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler" demeyin. Zaten planlı ekonomi denilince şimdiye kadar ne yaptık? "Efendim, şu sektörleri teşvik ediyoruz, şunları etmiyoruz" dedik, insanların buna göre yatırım yapacağını varsaydık, tutmadı. Zaten artık DTO ve diğer uluslararası anlaşmalar ile, sektörel teşvikler kullanmak külliyen yassah. Belirli sektörlere, TY'mizi kuvvetlendirecek şekilde yatırımcıları yöneltmek konusunda daha zekice enstrumanlar bulmak zorundayız. Aklıma bazı somut sektörel önlemler de geliyor, ama gene lafı çok uzattım, belki bir başka bahara.

Gelişmişler: Planlı
"ABD, Japonya, Avrupa ülkeleri planlı ekonomi yerine, tamamen piyasa tercihleri ile bugünkü teknoloji ve üretim seviyesine geldiler" denilebilir; ancak, bu ülkeler dünyada technology-leading ülkeler; bizim gibi geliştirilen teknolojinin dümen suyunda kendine yol bulmaya çalışan ülkeler ise çok daha planlı davranmak zorunda (gibi geliyor) Taaa en başta belirttiğim gibi, yeni ürün ve yeni teknoloji geliştirmede başarılı bir ülke değiliz. (Ayrıca, gelişmiş ülkelerin çok da "plansız" davrandığını sanmıyorum)Türkiye gibi gelişme yolunda olan ülkeler, birçok uluslararası platformda yapılan düzenlemelerde, (GATT, GATS, TRIPs gibi anlaşmalar) kendilerine "ülkelerin kalkınma politikalarını belirlemede esneklik" sağlamalarına izin verecek tavizler koparmaya çalışıyor. "Liberal ekonomi" vitrini ile, bu ülkelerin elini kolunu bağlamaya çalışan gelişmiş ülkeler ise, "mızıkçılık yapmayın" şeklinde karşılık veriyor. Bu gelişme, benim "ucundan azıcık planlı ekonomi" fikirlerimle biraz örtüşüyor gibi...
Sevgiler,
Onur Ataoğlu '92

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler