Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

Neoliberal Üniversite


Çağlar Güven

Birikimler

Biz Bize


20. yüzyılın ortalarından beri dünya üniversiteleri gitgide artan baskılarla karşı karşıya, üniversitenin ne yapacağına dair karar alma imkanı daralıyor. Öte yandan bilgiyi aktarma, yeni bilgi üretme ve yayma işlevleri arasındaki dengeler daha da sorgulanır hale geliyor ve gelecek. Bu yazı üniversitenin geçirdiği evrime ekonomik ve sosyal açılardan bakmaya ve bugün hakim olan koşulların gelecek için arzettiği tehlikeleri tartışmaya çalışacak.

Son otuz küsur yıldır ekonomiyi düzenleyen yegane ve şaşmaz araç olarak dünyaya dayatılan piyasa mekanizmasının etkileri ekonomiyle sınırlı değildir. İnsanlık pratiğini piyasa mübadelelerine indirgeyen bu anlayışın yol açtığı sorunlar yaşam dünyasının her alanını kapsar; ama belki de en derin tahribat eğitim alanında ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar üniversitenin insanlara eleştirici düşünce ve sorgulama kabiliyeti kazandıran bir kurum olduğu kabul edilirdi. Öyle ki, 19.yüzyılın sonunda J.S. Mill gibi liberaller üniversitenin meslek edindirme gibi bir amacı olamayacağını dahi söylüyorlardı.  Üniversitenin fildişi kuleye benzetilmesi bu anlayışın sonucudur. Eleştirici düşünce ve sorgulama kabiliyeti akıl yürütme süreç ve yöntemlerine hakimiyet gerektirir. Geleneksel üniversite müfredatı da başlangıçta buna göre tasarlandı; Oxford’da 19. yüzyıla kadar yazılı sınav bile yapılmıyor, öğrencilerin verilen herhangi bir konuda tezlerini sözlü olarak savunmaları bekleniyordu. Koşullar zamanla değişti; Newton devriminden sonra profesyonel içerik gitgide önem kazandı, zamanla içerik ve yöntem arasında bir denge oluştu. Ancak 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde dengenin içerik lehine büsbütün bozulduğu görülür. Bunun başlıca nedeni 1970’li yıllarda tüm dünya ekonomisini değiştiren gelişmelerin zamanla üniversiteyi de değiştirmesidir.

burjuvazinin yükselmesi

18. yüzyılda mal ve hizmet üretimi çok sayıda küçük işletme tarafından gerçekleştiriliyordu. İşletmelerin fiyatları etkileyecek güce sahip olmayışı nedeniyle fiyatlar Adam Smith’in deyimiyle piyasanın “görünmez eli” tarafından belirleniyordu. Sanayi devrimi ile birlikte koşullar değişmeye başladı. Bilimde ilerleme sanayiye, yani artan ölçüde bilim ve bilgiye dayanarak üretim yapmanın yolunu açtı. Yeni bir sınıf doğdu; bilim ve teknolojiden yararlanarak zenginleşen burjuva sınıfı toprak sahibi aristokrasiye tanınan hakları kendisi için de talep etti; böylelikle kapitalizmle birlikte demokrasi de gelişti. Burjuva sınıfının önderlik ettiği bu devrim sanat, edebiyat ve felsefenin de önünü açtı.

Teknolojinin gelişmesine paralel olarak uzmanlaşma ve ölçek ekonomilerinin etkisiyle büyüyen işletmeler fiyatları belirleme kabiliyeti kazanmaya başladılar. Ekonomilerin yapısı da değişti, rekabetin kâr hadlerini eriteceğini farkeden firmalar oligopolcü stratejiler geliştirdiler. Bugün dahi firma stratejilerinin ortak amacı rekabetçi güçleri zayıflatarak pazarı paylaşmaktır. İşin ilginç yanı bütün bunlar olur ve serbest rekabet rafa kalkarken kapitalizm serbest piyasa söylemini kamu müdahalesinin önünü kesebilmek için ideolojik bir kalkan olarak kullanmayı sürdürdü. 

yirminci yüzyılda piyasanın hakimiyeti

Yeni ekonomik düzen, teknoloji geliştirme kabiliyeti kazanan işgücü talep ediyordu. Bu talebi karşılamakta başı çeken Alman üniversiteleri zamanla diğerlerine model oldular ve üniversiteler bilimsel içerik ve araştırmalara gitgide daha fazla ağırlık verdiler. Bu gelişmeler müfredatta içeriğin öne çıkmasına yol açtı. Gerçi 1800’lü yılların sonunda J.S. Mill hala zihinsel gelişmenin önem ve önceliğini savunuyordu ama, o bunu yaparken üniversite yeni düzenin ekonomi-teorik mesnetlerini oluşturmaya koyulmuştu bile.

Yirminci yüzyılın belirleyici vasfı, teknolojinin insanın hükmettiği bir güç olmaktan çıkarak adeta insana hükmeden bir güce dönüşmesidir. Bu duruma yol açan, işgücünü sermaye ile ikame eden teknolojik gelişmenin kâr hadlerini artırarak sermaye birikimini hızlandırmasıdır. Bu dönemde teknolojiyi en etkili şekilde kullanan ABD global kapitalizme öncülük etti; kitlesel üretim yöntemi 1960’lı yılların sonuna kadar başarı ile uygulandı. ABD’nin hakimiyeti zamanla Avrupa ve Asya ülkelerinin artan rekabetçi baskısı ve ihtiyaç ötesinde biriken üretim kapasitesi nedeniyle zorlanmaya başladı. ABD kapitalizmi, kârlılığı sürdürebilmek için yeni stratejiler geliştirdi. Finansal imkanları genişletebilmek için altın standartından vaz geçildi, dolar dalgalanmaya bırakıldı. Daha da önemlisi, kitlesel üretimin yerini bilgisayar kontrollü esnek üretim yöntemleri almaya başladı. Doların serbest kalması finansal ekonominin yükselişi ile sonuçlandı; sermaye birikimi için yepyeni alanlar açıldı. Merkezden yönetilen kitlesel üretimin terkedilmesi ise ademi merkeziyetçi süreçleri devreye sokarak çalışanların bir anlamda yönetime katılmalarına yol açtı. Bu gelişme derin ve köklü sonuçlar doğurmuştur. Sermaye sahipleri ayrıcalıklarından ödün vermeksizin çalışanlara bir çeşit özerklik tanıyarak yaygınlaşan bilgi ve becerilerden daha çok yararlanmanın yolunu buldular. Katılım, özerklik, iş memnuniyeti, otonom takım çalışması gibi sol kavramları çağrıştıran yeni bir dil gelişti; sol söylem büyük ölçüde sağın eline geçti. Bu dönem neoliberal politikaların devreye sokulduğu ve kamu düzenlemelerinin kaldırıldığı dönemdir. Sovyetler Birliği çöktü ve dağıldı. Neticede bütün önemli kararların piyasalar tarafından alınması eşyanın tabiatı gereğiymiş gibi genel kabul gördü.

yeni bir üniversite

Bu gelişmeler üniversiteleri derinden etkiledi. İnsanlık pratiğine yön veren tercihler piyasalar tarafından tayin edilecekse üniversitelerin sorgulama ve eleştiriye öncelik vermelerine gerek kalmıyordu. Önemli olan piyasadaki fırsatların değerlendirilmesiydi ve üniversiteler piyasa talimatlarını en düşük maliyetle, en kısa sürede yerine getirecek eleman yetiştirmeliydi. Üniversiteler bu yeni görevi üstlenmekte fazla tereddüt göstermediler.  Müfredat daha da değişti; sorgulama ve eleştirici düşünce yerini teknik beceriye terketti. Üniversiteler toplumu dönüştürecek insan yetiştirmek şöyle dursun giderek düzenin çarklarını yağlamakla görevli memur yetiştiren meslek okullarına dönüşmeye başladı. Öğrencilere piyasa fırsatlarından yararlanmayı öğreten girişimcilik dersleri, girişimcilik enstitüleri ihdas edildi. 

bilginin kamusallığı

Neoliberalizmin üniversiteler ve eğitim sistemi üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmadı. Kimi mal ve hizmetler kamusallık özelliği taşır; yani bunların tüketimi paylaşıma açıktır. Bu mal ve hizmetlerin bir diğer özelliği de piyasa mübadeleleri dışında fayda veya zarar üretmeleridir. Örneğin güvenlik hizmeti bu özellikleri gösterir; güvenli bir ortamdan herkes yararlanır, yararlanma engellenemez. Kamusal hizmetlerin varlığı serbest piyasa mantığı açısından sorunlara yol açar; ekonomi teorisi serbest piyasaların bu tür mal ve hizmetleri optimal düzeyde üretemeyeceğini gösterir. Bu da serbest piyasa rejiminin vaad ettiği denge ve refah  maksimumunu engelleyen piyasa çöküşlerine yol açar. Bu nedenledir ki liberal iktisat doktrinine göre kamu otoritesinin asli görevi piyasa çöküşlerini engelleyecek önlemleri almaktan ibarettir. Örneğin güvenlik hizmetlerinin sağlanması piyasalara terk edilemez; devlet topladığı vergilerle bu hizmeti gereken düzeyde kendisi sağlar.

Bilim yoluyla erişilen bilgi de güvenlik hizmeti gibi kamusallık özelliği sergiler. Aynı şey eğitim hizmetleri için de geçerlidir. Yani devlet eğitimi piyasalara havale etmeye kalkarsa eğitimde piyasa çöküşü yaşanır. Bu nedenledir ki liberal devlette temel eğitim mecburidir; devlet vergi toplar, okul açar, bütün çocukları zorla okula gönderir. Kısacası kamusal hizmet açığının devlet eliyle kapatılması piyasa ekonomisinin gereğidir. Öyle olmakla birlikte kapitalizmin sabrı da sınırlıdır; sermaye birikimi zora girdiğinde piyasa yasaları bir yana bırakılır, öncelik ve çabalar pazarın genişletilmesine odaklanır. Otuz küsur yıldır süren küreselleşme neticesinde eğitimin başına gelen de budur; kapitalizm eğitim alanını yeni bir pazar olarak değerlendirme peşinde. Ancak piyasa yasaları değişmiş değil, kamunun eğitimden giderek çekilmesi bir yandan yeni pazarlar yaratırken diğer yandan eğitimde çöküşü yaygınlaştırıp derinleştiriyor.

Bütün bunların etkisiyle üniversite kültürü de değişti, üniversitenin hakikati araştırma görevi gündemden düştü. Üniversitenin piyasalarca denetlenmesi için kredi derecelendirme kurumlarının işlevine benzer işlevler, puanlama ve sıralamalar icat edildi. İş çevrelerinin yönetime ortak edilmesi gündeme geldi; performansa dayalı ödüllendirme yöntemleri geliştirildi. Kimi üniversiteler direnmeye çalışsalar da gidiş bu yönde. Ancak bu gelişmeler sonunda üniversite bir yandan geçmiş birikimlere sahip çıkarken öte yandan yeniyi inşa etme misyonunu yitirmektedir. Mevcut düzeni sorgulamaktan uzak düştüğü ölçüde eskiyi tekrarlayan kısır bir makinaya dönüyor, neticede toplum kendini yenileyerek geleceğe taşıma kabiliyetini kaybediyor. Bugün olan budur.

Türkiye’de durum

Türkiye'deki durum bu genel gidişin de ötesindedir. Siyaset dünyası piyasacı anlayışı adeta tabiat kanunu zannediyor; ama bilgiye dayalı kazanç yerine çevre talanıyla rant yaratma öne çıkıyor. Liberal görüşün sözcüsü konumundaki aydın ve akademisyenlerin durumu da farklı değil. Bu insanlar taraf oldukları görüşe en büyük hizmeti o görüşü sorgulayarak yapacaklarını bilmiyorlar; bayat bir ezberi tekrarlamaktan ileriye gidilmiyor. Bu durumun daha derinde bir başka nedeni de var. Türkiye’de üniversite toplumsal işlevi açısından Avrupa üniversiteleri gibi olmadı. Batıda üniversite öncelikle bilim ve teknolojiden yararlanarak zenginleşen burjuvazinin bilgi talebine cevap veriyordu. Oysa Türkiye’de ne Osmanlı döneminde ne de Cumhuriyet’te bilim üreten, bilgiden yararlanarak zenginleşen bir sınıf oluşabildi. Bilime sınıfsal bir talep olmayınca toplumun da gerçek anlamda bir üniversite talebi olmadı.
 
İlerleme bilginin çoğalması demektir. Bilgi bazen toplumun değişimi ile birlikte çoğalır, bazen de devrimler sonucunda bir proje olarak. Bizde modern üniversite Cumhuriyetin bir projesi olarak ortaya çıktı. Başarılı da oldu, örneğin biribirlerini tamamlayacak şekilde önce Ankara, ondan on yıl sonra Orta Doğu Teknik Üniversitelerinin kurulmasıyla bu yolda önemli mesafeler katedildi. Ama bu dönem çok uzun sürmedi; 68 olaylarının ardından iç ve dış konjonktürün etkisi ve 12 Eylül darbesiyle birlikte üniversitelerin piyasa ihtiyaçlarına göre yeni baştan yapılandırılması süreci başladı. YÖK sistemi ihdas edildi; süreç halen devam ediyor. Bugün Türkiye’de 200’e yakın üniversite var. Hemen hepsi bilim kurumu olma iddiasında. Ama toplum sorunları karşısında sesleri çıkmıyor. Sorgulama ve eleştirme gibi bir görevleri olduğu akıllarından geçmiyor. Pek çoğu paraları yettiği ölçüde vitrinlerini doldurarak müşteri olarak gördükleri öğrencileri cezbetme peşindeler. Saygın istisnalar elbette var; ama çoğu akademisyenlerin emeklerini sermaye edip dökme suyla değirmen döndürme misali, gerçek bir talebe cevap vermeyen ‘bilim üreterek’ prestij kazanma derdinde. Önlerine çıkarılan her engele rağmen özveri ve bilim tutkusuyla didinen genç akademisyenleri kendi yağlarıyla kavrulup kimsenin okumadığı makaleler yazmaya zorlayarak toplumdan büsbütün koparmayı marifet sayan rektörler az değil. Bilim ile mühendisliğin farkını bile anlamayan bu ülkede mühendislik bölümleri dolarken fen, matematik, felsefe ve beşeri ilim bölümleri boş. Her şeyi mühendislikle halledeceğini sanan Osmanlı zihniyeti Cumhuriyetin bunca çabasına rağmen dipdiri ayakta. Kontenjanı dolmayan bölümlerin kapatılması dahi söz konusu olabiliyor.

Bilim politikası olmadan bilim ve teknoloji olmaz. Politika üretmek bizatihi bilimsel araştırma konusudur; Türkiyede sistemik ölçekte bilim üretilemediğinden politika üretme kabiliyeti de gelişmedi. Ekonomiden sağlık ve eğitime, enerji ve çevre sorunlarından tarıma, dış politikaya, bölgesel eşitsizliklerden etnik sorunlara kadar herhangi bir alanda üniversitelerin söyleyeceği dişe dokunur ne var? Her alanda paçamıza yapışan beceriksizlikler bu gidişin doğal neticesidir.
 
Piyasa mentalitesi o noktaya vardı ki dünya deyim yerindeyse bir nevi realiteyi inkar dönemi yaşıyor ve Türkiye de bundan masun değil. İçinde bulunduğumuz durumun birçok sorumlusu vardır ama en büyük sorumluluk bu duruma karşı çıkması gerekirken sesini çıkarmayı bile beceremeyen aydınlara, üniversitelere aittir.   


Çağlar Güven
Mayıs 2017

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler