Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

EM Sözlük

Refik Ayata

 

MESAJIN ÖZETİ:

Bu mesaji öncelikle "EM Sözlük"e destek istemek amacıyla yazdım. "Çok lafa gerek yok, nereye gireceğimizi söyle yeter" diyen arkadaşlar aşağıdaki bağlantıya tıklayıp sonucu görebilirler.

http://nazli.ie.metu.edu.tr/~refik/index.php (eski adres)

yenisi www.sistems.org

Üye olarak sözlüğe destek vermek isteyen arkadaşların bir mesaj göndermesi yeterli: yeniay@superonline.com ya da ems@sistems.org

FİKİR NASIL DOĞDU?
Geçtiğimiz kasım ayında Ferda Can Çetinkaya'nin listeye göndermiş olduğu bazı terimlerin Türkçe anlamları ile ilgili yazışmalar olmuş ve sonuçta bir "Endüstri Mühendisliği Sözlüğü" hazırlamaya karar vermistik. Aslında tam bu sıralarda Nezih Yaşar'la, sistEM için neler yapabileceğimiz, nasıl geliştirebileceğimiz hakkında yazışıyorduk. Sonuçta sözlüğü hazırlamaya gönüllü oldum.

Listeye gönderdiğim sözlük hazırlamayla ilgili mesajıma Necip Özbey'den cevap geldi. Diyordu ki: "Bu listeden yaklaşık 800 EM'e ulaşabiliyoruz. Ve hepsi yabancı dil ile eğitim görmüş kişiler. Bu sözlüğün hazırlanmasında, böyle bir çalışmayı yapacak daha geniş bir panel var mı?" Bu sözler "EM Sözlük"un ana fikrini oluşturdu. Sayın Necip Özbey’in en az 800 editörü bulunan bir sözlük oluşturma fikri bana heyecan verici geldi. Sonuçta ortaya Nezih Yaşar’ın gerek tasarım gerek moral desteği ile bir "EM Terimleri İngilizce-Türkçe Ansiklopedik Sözlüğü" çıktı.

NEYE BENZİYOR?
Sözlüğün her yeni doğan çocuk gibi bakıma, ilgiye ihtiyacı var. Şimdilik dış görünümü pek iç açıcı değil ama genetik yapısına bakılırsa (yani ebeveynlerinin mevcut durumu göz önüne alındığında) gelecekte sağlıklı ve güçlü bir yapıya sahip olacak. Sözlüğü doğuran bu topluluk; onun ihtiyacı olan ilgiyi gösterip, alımlı ve yararlı bir erişkin haline gelmesini de sağlayabilir. Sözlük şu anda deneme kullanımına açık, içeriği boş ve ilgilenenler tarafından doldurulmaya hazır.

Yapabildikleri:
Terimler değişik şekilde listelenebiliyor (alfabetik sıralama, meslekle ilgili ana konularına göre, ziyaret sayılarına göre vb.). Terimle ilgili detaylı tanım/açıklama yapılabiliyor.
Terimlerle ilgili fikir, deneyim vb. bildirilebiliyor, kısmen teknik tartışmaya olanak sağlıyor.
İngilizce terimlere karşılık olarak yayınlanan Türkçe terimler üyeler tarafından oylanabiliyor (bunun tersi de geçerli elbette).
Terimlerle ilgili internet adresleri tanımlanabiliyor, diğer bir deyişle bir EM kataloğu gibi davranabiliyor.
Sözlükte yer alan terimler arasında ilişki kurulabiliyor.
İsteyen herkesin erişimine açık ancak içerik oluşturmak için terim ve/ya terim karşılığı önerme ve terim oylama işlevleri sadece üyelere açık.
İstenen sayıda editör tanımlanabiliyor.

Zamanım olduğunda ekleyeceğim özellikler:
Estetik (her yeni doğan çocuk gibi, vücudu şimdilik kıllarla kaplı)*
Arama işlevi
Ziyaretçi defteri
Sözlük hakkında / editörler için yardım vb.
kullanıma yönelik sayfalar.

İki özelliği daha var sözlüğün: Boş haliyle alıp bambaşka bir alanda da kullanılabilir. Gerek içerik gerekse yapı (yanı kodlar ve veritabani) herkesin ve her kurumun kopyalayıp kendi istedikleri şekilde değiştirmelerine ve kullanımlarına açık (sözlüğün her sayfasının altında bununla ilgili bir açıklama var).
Şu anda deneme amacıyla girilmiş 6 adet terimle birlikte içinin doldurulmasını (içerik oluşturulması), hata yaptığı yerlerin belirlenmesini, olabilecek diğer özelliklerinin önerilmesini bekliyor. Mevcut adresi sadece deneme amacıyla açıldı, eğer "yaşarsa ve gelişirse", başka bir adrese taşınacak.

KAYGI
Sözlüğü, mevcut haliyle listeye haber verip vermemek konusunda uzun süredir kendi içimde çekişiyorum. Estetik kusurlu olması ve düşündüğüm birkaç fonksiyonu henüz yerleştirmemiş olmamdan dolayı ölü doğması temel kaygım. Açıkçası, bugüne kadar haberdar ettiğim kişilerin ilgilenmemesi bu kaygımı daha da artırdı. Ancak, hep savunduğum bir hareket tarzını denemeye karar verdim: Mükemmeliyetçi yaklaşım bir işin önündeki en ciddi iki engelden biri. Diğeri ise iradesizlik.
Şu günlerde (aslında yaklaşık 4 aydır) fazla mesaileri de para kazanmak için yapmak zorunda kaldım. Bu durumda bir tercih yapmam gerekiyordu: Ya sözlüğü bu haliyle açıp, zaman içinde gelişmesi ve güzelleşmesi için çaba harcayacağım ya da benim kurguladığım güzelliğe gelene kadar bekleyeceğim. Uzunca bir süre daha sözlüğü geliştirmek için mesai harcama olasılığım düşük. Listede sık sık - özellikle son 4-5 aydır- kelimelerle ilgili yazışmalar olması ve çoğu liste üyesinin kelimelerin konusundaki hassasiyeti çalışmayı listeye açma konusunda cesaret verdi. Sonunda riski göze alıp açmaya karar verdim. Bu yazının aşağıdaki bölümlerini değişik zamanlarda sözlüğü listeye bildirmek için hazırladım. Sonunda hepsini yanyana getirdim. İnsanda okuma isteği bırakmayacak kadar uzun. Ama yine de arşivin bir yerine girsin, bakarsınız üstünde konuşulmaya değer ve bir gün birilerinin işine yarayacak, keçi boynuzu misali birşeyler söylemişimdir.

KISA SÖZÜN UZUNU
Mezun olduktan sonra yaşadığım belirgin birkaç zorluktan biri üniversitede öğrendiğim kelimelerin Türkçe karşılıklarını bilmeyişimle ilgiliydi. Mezun olmadan önce gelecekte karşılaşacağım zorluğu sezmekle birlikte, o an için elimden gelen fazlaca birşey yoktu. Tüm tanımlar İngilizceydi, yaklaşımlar İngilizceydi, bulanlar ve herşeyiyle uygulayanlar, geliştirenler Türkçe konuşmayan insan gruplarıydı ve ben sadece kelimeleri onlar gibi kullanmayı değil, beraberinde "onlar gibi düşünmeyi" de öğrenmek zorundaydım.
Bu yazdıklarım bir şikayet ya da serzeniş değil, kendimle ilgili bir durum saptaması. Dahası, bunu öğrenmiş olmaktan dolayı mutluyum. Beni zorlayan durumla mezun olduktan sonra karşılaştım. Çalıştığım fabrikadaki insanlar değil öğrendiğim kelimeleri, kavramları dahi bilmiyorlardı. Bilmelerini de beklemiyordum. Tek beklentim, kavramları karşımdakilere doğru şekilde anlatabilmekle ilgiliydi. Anlatamazsam, uygulama şansımız sıfıra yakındı. Anlatmak için kelimelere ihtiyacım vardı. Öncelikle kavramı karşımdakine anlatıyordum. Kavram bir kez anlaşıldıktan sonra, kullanımına geçtiğimizde, o kavramı karşılayacak bir kelimeye ihtiyaç oluyordu. Aksi takdirde her defasında kavramı baştan sona anlatmak zorunluluğu doğuyordu. Bir kez üstünde anlaşılmış bir kavramı, her defasında baştan sona anlatarak iletişim kurmanın pratikteki zorluğunu burada tekrarlamama gerek yok.
Ancak aynı kavramı kullanarak bir iş yapmamız gerektiğinde suna benzer diyalogların sayısı hızla artmaya başladı:
- Hani geçen gün akşam üstü çay içerken konuşmuştuk ya, işte o şekilde yapmaktan bahsediyorum
- İyi de, o sırada bir sürü şey konuştuk, sen hangisini söylüyorsun
- Ya, sen tam bunu konuştuğumuz sırada kazan basıncının yükseldiğini görüp, vanaya koşturmuştun, sonra da bu işin adını "kazan patlatan olarak analım" diye dalga geçmiştik hani... Kızılderili dilindekine benzer durumlar ortaya çıkıyordu.
Kızılderili çocuk babasına soruyor:
- Baba diğer milletlerin ne güzel adları var, Ali, Ay, Hans, Tom.... Hepsi kısa kısa isimler. Bizimkiler, sanki birer öykü. Gece uluyan çakal, gün doğarken uçan kartal, bunlar ne biçim adlar?
- Bak yavrum, kızılderili adları, gerçekten bir öyküdür ve güzeldir. Örneğin, küçük kardeşin Dolun Ay, ay dolunay halinde iken, annen yanıma geldi, birlikte olduk, o güzel çocuk doğdu.. Erkek kardeşin, Çakan Şimşek, annenle bir gün gezerken, sağanak halinde yağan yağmurdan kurtulmak için girdiğimiz mağaranın ağzında, şimşekler çakarken annenle birlikte olduk ve o kahraman kardeşin, Çakan Şimşek oldu. Ablan, Bahar Çiçeği, ilkbaharda annenle otların arasında koşarken, birlikte olduk ve o güzel çocuk, Bahar Çiçeği oldu. Şimdi anladın mı Yırtık Prezervatif?

Durum aynen böyleydi. Kısa, kavramı karşılayan, herkesin kolayca kabulleneceği kelimelere/tamlamalara ihtiyaç kaçınılmaz hale geldi. Bunu söylemesi kolay ama yapması gerçekten zordu. Bir yaparsınız, iki yaparsınız, iş uzadıkça sıkılmaya başlarsınız. Bazen bir veya iki kelimelik terimlerle karşılamakta güçlük çekersiniz, beş altı kelimelik tamlamalarla kavramı isimlendirirsiniz. Bu kaçınılmaz şekilde kısaltma kullanımını gündeme getirir. Kısaltma yapmak ayrı bir derttir. Söyleyenin dilinin dolaşmayacağı şekilde bir kısaltma bulacağım diye yırtınırsınız. Bulduğunuz kısaltma komik olmasın, işin suyu çıkartılıp, maymuna dönmeyeyim diye kafa patlatırsınız.
Aynı durum üst yönetimle iletişim kurarken de geçerlidir. Tek dil (Türkçe) konuşurken, bir kavramı üretimdeki işçiye farklı, mühendislere farklı, yöneticilere farklı kelimeler kullanarak anlatmaya çalışırsınız. Birçoğu İngilizce bilmez. Çokça alışkanlıkla az miktarda bilgiçlik taslamak için kavramın İngilizce karşılığı ağzınızdan kaçıverir. Bir olur, iki olur, üçüncüsünde adınız ukalaya çıkar. Ukala olmadığınızı anlatmak zorunda hissedersiniz, aksi takdirde kişilik çatışması üretimin önüne geçmeye başlar.
Bu anlatımlar müthiş bir enerji ve zaman kaybıdır. Akşam evinize döndüğünüzde "ben ne ürettim" sorusuna vereceğiniz cevap çoğu zaman "tartışma" sözcüğüyle kısıtlıdır. Hepsinin biricik nedeni "kelimeler"dir. İşte böylesine sıkıntılı zamanlarda ya oturur durumunuza hayıflanırsınız ya da "benden sonrakiler bunları yaşamasınlar, enerjilerini daha dişe dokunur işlere harcasınlar" diye gelecekte yapacaklarınızı düşünmeye başlarsınız.
Bu listedeki birçok meslektaşım gibi benim seçimim bahsettiğim türde bir zorluğun nasıl aşılabileceğiyle ilgiliydi. Bulabildiğim çözümün başlangıç noktası bir sözlük yazılması zorunluluğuydu. Bir diğeri ise eğitim dilinin Türkçe olması. Bu durum sadece bizim mesleğimize özgü de değil. Yöresel gelişmenin asgari koşulu, teknik dilde birlik sağlamanın ötesinde, anlaşılabilir bir teknik dile sahip olmak.
Bu mümkün. Kısa vadede değil ama kesinlikle mümkün. Üstelik çok da keyifli.
Düşünün bir kez. Bir kelime veya tamlamayı topluma kazandıracaksınız ve kimbilir belki de nesiller boyunca kullanılacak. Kavramın kendisini bulmak kadar olmasa da ona yakın bir heyecan veriyor insana.

SÖZCUKLER VE SÖZLÜKLER
Geçenlerde listede "ahlak" ve "etik" kelimeleri gündeme gelmişti. Aşağıda iki sözlükten çıkarttığım anlamlar var.
Ali Püsküllüoğlunun "Türkçe Sözlük"ünde (1. Baskı, 1995):
* Ahlak: 1..İnsanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü. 2..Ahlakbilim
* Etik: Ahlakbilim, törebilim.
* Törebilim (Ahlakbilim de bu kelimeye gönderme yapıyor): İyi, kötü, yarar gibi sorunları inceleyen, töresel bir davranış yasası geliştiren, ahlak ve onun ilkeleriyle uğraşan felsefe kolu.
TDK'nın "Türkçe Sözlük"ünde (6. Baskı, 1979):
* Ahlak: 1..Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda bulundukları davranış kuralları. 2.. Bu kuralları inceleyen bilim, törebilim. 3.. Kişilerin içinde,bulunduğu çevrede güdülen töreye uyma yetişi.
* Etik: TDK sözlüğünde bu kelime yok
* Törebilim: Ahlaki ve ilkelerini, bunların niteliklerini ve uygulamasını inceleyen bilim.
Ortada iki sözlük var ve birbirinden 16 yıl arayla yayınlanmışlar. Ahlak kelimesinin tanımında aralarında keskin bir farklılık var. Bu farklılığın sebebi aradan geçen yıllar içinde kelimelere yüklediğimiz anlamların değişmesinden mi, yaşama bakışımızdaki farklılıklarından mı yoksa bu ikisi ve daha saymadığım birçok diğer etkiden dolayı mı?
Bu soruyu soruyorum ancak asıl amacım/beklentim bu sorunun cevaplanması değil. Tümüyle farklı bir amacım var bu mesajı yazarken.
Üyesi olduğum diğer listelerde ve tüm ilişkilerimde gözlemlediğim bir olgu var: Kelimelerin anlamları konusunda birlik yok. Kastettiğim, yaşama bakışta bir birlik beklentisi değil elbette. Yaşama ne şekilde bakarsak bakalım, kelimeler birer araç, tek başlarına birer ses ve/ya çizgi yığını. Oysa ki kullanıma girdiklerinde, her biri altında yaşam deneyimlerimizi taşıyorlar.
Deneyimlerde birlik olmasını beklemek saflığın ta kendisi olur. Ancak, iletişimi mümkün olduğunca kusursuz gerçekleştirebilmemiz için yine kendileri gibi birer ses/çizgi yığınından ibaret olan diğer kelimelerle tanımlanmaları konusunda asgari birlik sağlamak yabana atılmayacak türden yararlar sağlıyor. Örneğin, zamandan kazanıyoruz, enerjiden kazanıyoruz....
"İletişimi mümkün olduğunca kusursuz gerçekleştirmek" çok mu önemli? Bence çok önemli. Sosyal ilişkilerimiz açısından büyük önem taşıyor ama benim üstünde durmak istediğim konunun teknik yönü.
Elimde Voltaire'ın "Felsefe Sözlüğü" çevirisi var. 1764 yılında Londra'da yayınlanmış. Sözlüğe dışından bakmak bile beni şaşırtıyor. Bir adam oturup neden sözlük yazar? Kelimelerle alıp veremediği ne olabilir? "Oradalar ve öyle ya da böyle kullanılıyorlar" deyip geçmek yerine neden onları didiklemiştir. O kelimleri/kavramları insanlığın kullanımına açmanın yararına inanmış.
Lafı uzatmadan söyleyeyim, bence pek de iyi etmis. Aşağıdaki bölüm Voltaire'in sözlüğe yazdığı önsözün son bölümü:
"Hatta bu kitap, yalnız aydın kişiler tarafından okunabilir; ayak takımı bu gibi bilgiler için yaratılmamıştır; felsefe hiçbir zaman onun nasibi olamayacaktır. Halktan saklanması gereken doğrular vardır, diyenler hic telaş etmesinler; halk birşey okumaz; haftanın altı günü çalışır, yedinci ğunu de meyhaneye gider. Sözün kısası, felsefe yapıtları, yalnız filozoflar için yazılmıştır, her aklı başında adam da filozof olmıya çalışmalı, ama filozofluk satmıya kalkmadan."
Sonuçta Voltaire’in yazdığı felsefi sözlük insanlara bir referans noktası sunmuş. Her sözlük böyle bir anlam taşıyor benim için. Konu felsefe olunca, ortada sonsuza kadar tartışılacak "kelimeler" var demektir. Her ne kadar bilim gün geçtikçe felsefeyi kılık değiştirmeye zorlasa da felsefe bilimin bulgularına aldırmayan, kişisel kaprisini sürdürecek gibi görünüyor.
Oysa ki "matematik" veya "fizik" denildiğinde durum hiç de felsefe gibi değil. Orada kişisel deneyimlerin sözü geçmiyor genellikle. Yani, "ben dedim, pekala oldu" demek gibi bir lüksü yok kimseciklerin. Göreceli olarak çok daha keskin tanımlar var.
Konu salt teknik olunca "tanımda keskinlik" kendiliğinden ortaya çıkıyor. "Tanımda keskinlik"le anlatmaya çalıştığım, eski çağların kahinlerinin yaptığı gibi nereye çekilirse oraya gidecek türden olmayan tanımlar. Bu keskinlik iyi ki var, değilse bilimsel ve/ya teknik anlamda insanlığın bir adım öteye gitmesi imkansıza yakın olurdu.
Sadece son üç bin yıl içinde felsefi tartışmalara bakıldığında bunu anlamak daha da kolaylaşıyor. Bitmek tükenmek bilmeyen, kavram kargaşasıyla yoğurulmuş, insanlığı bir adım öteye götürmeyen, kendi yarattığı çamurun içinde insanlığı boğan bir tartışma. Üstelik doğulu veya batılı olmayla, şu veya bu kültüre/dine mensup olmayla veya olmamayla da ilişkisi yok bu felsefi tartışmaların. İnsanlar bir oyun oynar gibi kavramlarla oynamıs. İşin ilginç yani bunca deneyime rağmen hala oynuyor....

OYUNUN KURALLARI
İnsanlığın büyük kesiminin oynadığı bu oyunu bilim ve teknoloji sözkonusu olduğunda - özellikle bugünlerde- kuralsız oynayamıyoruz. Örneğin kimse oturup, herhangi bir bilgisayar programlama dilinde, kelimeleri "canı öyle çektiği için" kullanamıyor. Kullansa bile bir sonuç elde edemiyor. Bir başka örnek de termodinamiğin ikinci yasasına karşı gelmekle ilgili. Bunu sadece hayalimizde başarabiliriz; ancak gerçekte mümkün olamıyor, dolayısıyla, kimse oturup bu doğa kanununu hiçe sayan birşeyler ortaya koyamıyor (her ne kadar bunu yapmaya çalışanlar olsa da sonuçlar pek iç açıcı değil). Bu iki örnek arasında belirgin bir fark var; birincisi insanlar tarafından koyulmuş bir kuralla ilgili, ikincisi ise doğada var olan bir kuralın insanlar tarafından formüle edilmesiyle. Bunların olamayacağını (canınızın çektiği gibi kelimeler ve söz dizimleri kullanarak bilgisayar programı yazmak ve kırılmış yumurtayı önceki haline çevirmek) hala birçok insan "anlamıyor".
Hala filmlerdeki kurgulara canı gönülden "inanan" insanlarla dolu dünya. Tıpkı Voltaire'in bundan ikiyüz küsur yıl önce tanımladığı gibi, dünya gerçeklikle ilgilenmeyen insanlarla dolu. Gerçeklikle ilgilendiğini iddia edenler bilgilenme zorunluluğunu ezberlemiş durumda. Ezberin bu türü bence tehlikeli çünkü "bilmek"le "anlamak" arasındaki farkı unutturacak türden bir ezber bu. Bilmek, anlamayı gerektirmiyor çünkü sadece anlamış gibi yaparak durum geçiştirilebilir. Ama anlamak, bilmeyi zorunlu kılıyor. Örneğin, depremin bir doğa olayı olduğu bilinmesine - ve bağıra bağıra ilan edilmesine- rağmen birçok kişi hala o doğa olayını tetikleyen mekanizmanın başlangıcını insanlığın biriken günahlarına yorabiliyor. Bir kısmı da - hala- binaların kolonlarını keserek kullanım alanının genişletilmesine - hiç çekinmeden- imza atarak onay verebiliyor. Teknik olarak bir şeyin "nasıl olduğu"nu bilmek yetmiyor. Onu anlamak gerekiyor.
Anlamak, benimsemeyi, kabullenmeyi gerektiriyor. Bu beynimizin bir özelliği. Anlayabilmek için içimize alma zorunluluğumuz var. ResimleştireMEdiğimiz kavramları içimize alamıyoruz. Resimleştirebildiklerimizi ise kolayca "kabulleniyoruz".

İTHAL MESLEĞİN ZORLUKLARI
Bir meslek sözkonusu olduğunda bile "inanç", bilmek ve anlamanın önüne geçebiliyor. Özellikle ithal edilen düşüncelerin söz konusu olduğu mesleklerde. Bizler için endüstri mühendisliği ithal edilen bir meslek sınıfına giriyor çünkü bu coğrafyadaki şartların zorlamasıyla değil, "olması gerektiği" düşüncesiyle ithal edilmiş bir meslek. Durum böyle olunca onu anlamak kolay lokma olmuyor. Konunun sindirilebilmesi, belli bir inançla hareket etmenin ötesinde, zorunluluk hissedilmesi için nesiller bazında zaman geçmesi gerekiyor. Sindirmek sözcüğünü hem endüstri mühendisleri için hem de bizleri işyerlerinde çalıştıranlar için kullanıyorum. Bunları yazmak hiç de zevkli değil ama her birimizin mesleğe yaklaşımla ilgili deneyimlerini yan yana getirdiğimizde, terazinin kefesinin bu söylediklerimden yana ağır basacağını düşünenlerdenim.
Bunun aksini üniversitede mesleği öğreten, meslekle ilgili araştırmalar yapan insanlar söyleyebilir. Yazdıklarımı doğrular yönde, diğer meslektaşlarımın deneyimlerini dinledim, gözledim. Benim de böyle deneyimlerim var. Tipik bir örnek: Okuldan mezun olurken yapılan konuşmada, mesleğin öncüleri olduğumuz, henüz mesleğin ülkemizde "yeterince" tanınmadığı, bundan doğan zorluklar yaşayacağımız anlatılmıştı. Anlatım haksız ve gerekçesiz değildi. Benim mezun olduğum zamanlarda (1988) dahi gerçekten tanınmıyordu.
İlk ise başladığımda "dur bakalım, neymiş bu endüstri mühendisliği?" mantığıyla ve özgeçmişimde proje yönetimi konusunda eğitim aldığımı yazdığım için ise alınmıştım (sihirli sözcükler PERT ve CPM'di) . Yani benden beklenen endüstri mühendisliği değil, yeni kurulmakta olan bir fabrikanın, inşaat mühendisi olan genel müdürünün (ODTÜ mezunuydu), proje yönetimi konusunda birinin çalıştırılması gerektiğine olan "inancı" ve benim görüşme sırasında inceden vicdan sömürüsü yapmamdı.
Fabrikanın kuruluşu aşamasında proje yönetim tekniklerinden hiçbirisi uygulanmadı, uygulanamadı. Sebep? Çünkü kimse yanında çalıştığı kişiye, yani mal sahibine işin nerede aksadığını alenen göstermek istemez. Hepsi bu kadar basit. İşin bu tür tekniklerle takip edilebileceğinden mal sahibinin haberi yoksa, tekniği unut gitsin. Haberi varsa da unut gitsin çünkü kültürel yaklaşımın zorladığı yaklaşım şu "erken ve olabildiğince ucuza bitir". Endüstri mühendisliği açısından yaklaşıldığında bu tanımdaki sorun "erken" ve "olabildiğince ucuz" niceliklerinin referans noktasıyla ilgili. Mal sahibi bugün uyandığında 9 ayda işin bitmesi yeterince erkendir diye düşünüyorsa olabildiğince erken tanımı ‘9 ay’dir. Ancak mal sahibi 2 hafta sonra, zor bir gecenin ertesinde, moralı bozuk uyanabilir ve erken tanımı birden ‘6 ay’a inebilir. "Tanım, tanımdır" denilebilir ama oynak zeminde çalışmak maharet ister. Sonuçta bilinen matematiksel yaklaşımları tepe taklak eder. Bu durumda enerjinin çoğunu, tüm dünyada kabul görmüş bir tekniği işinizde uygulamaktan çok – hem de pek çok- karşınızdakilere (yanı işe para yatıranlara) anlatmak için harcamak zorunda kalırsınız. Daha da üst noktadaki sonuç, üretiyormuş "gibi" yapmaktır.

BAŞKA SORUNLAR
Şimdilerde – para kazanıp, yaşamı sürdürmeyi bir yana koyarsak- daha farklı sorunlarım da var: Meslekle ilgili tekniklerin büyük kısmından gün geçtikçe uzaklaşıyorum. Bu, ilk bakışta yadırganacak bir durum değilmiş gibi görünebilir. Denilebilir ki "uzmanlaştığın alanda ilerlemek iyidir". Ancak; elimde bir endüstri mühendisliği diploması var insanlara mesleğimi endüstri mühendisi olarak bildiriyorum; her an kullandığım araçlar dışında kalan başka bir mesleki araca mesleğimin doğası gereği ihtiyacım olabilir. Bunlar yan yana geldiğinde, mesleki bilgiyi mümkün olduğunca keskin tutmak, yeniliklerden haberdar olmak önem kazanıyor. Aksi durumda, üniversite tarafından verilmiş bir statünün arkasına saklanıyorum demektir. Mevcut "yapı", mesleki bilgimizi - eğer kullanıyorsak- keskin tutmamızı zorunlu kılacak şekilde değil. Doğal olarak "sistem"in de bu yönde ciddi bir beklentisi yok. "Madem yapı buna uygun değil ve madem sistemin de beklentisi yok, o zaman ne demeye kendimi yorayım?" şeklindeki yaklaşım akılcı görünebilir. Dürüstçesi, buna karşı söyleyecek çok birşey yok.
Sadece, "geleceğe yatırım"dan bahsedebilirim. Gelecekte tanımlanacak yapının ve bunun üstüne kurulacak sistemin şöyle ya da böyle belirleyicileriyiz. Doğrudan yapının tanımlayıcıları ve sistemin uygulayıcıları olamayabiliriz ancak bırakacağımız miras, doğrudan etkimiz kadar önemli olacaktir.
O zaman, mesleki bilgiyi ayakta tutmak için çaba harcamak, boşa veya yanlış olmasa gerek. Burada bahsettiğim, dağları devirecek türden bir enerji harcamak değil. Sözün özünde söylemeye çalıştığım, bir sözlük çalışmasına katılmak, geçmişte öğrendiklerimizi tekrar etme, önceden – şu veya bu nedenle- öğren(e)mediklerimizi öğrenebilme, yeniliklerden haberdar olma, bildiklerimizi geliştirme şansını verecektir.
Hiç de yabana atılmayacak türden cazip bir yönü daha var bu işin: Bildiğimiz ve tümüyle uzmanı olduğumuz mesleki konulardaki deneyimleri "geleceğe yazılı olarak miras bırakmak"…
Güzel bir haftasonu geçirmeniz dileğiyle.....

Refik Ayata

Subject: [METU-IE-ALUMNI:4735] Sozluk (surundurerek toplu katliam ustune bir deneme)
From: "Refik Ayata" <yeniay@superonline.com>
Date: Sun, 7 Apr 2002 00:19:30 +0300

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler