25 Mart 2001 Pazar
Sayın Osman Coşkunoğlu’nun tartışmaya çalıştığı konularda, sanırım
herkesin söyleyeceği çok şey var. Belki de “çok şey”, kestirmeden
söylenemediği için katılım bu kadar sınırlı oluyor. Ben zaten az şeyi
bile kısaca söyleyemeyen biriyim. Üstelik bir de –üzerinize
afiyet-biraz rahatsızım. Vakti olmayanların okumadan silebileceklerini
düşünüp, kendimce yazdım.
I – SİYASET
Bir kafes düşünün ki zeminine düşük voltajlı elektrik verilebiliyor.
Kafes ortadan ikiye bölünmüş. Her iki tarafa da deney fareleri konmuş.
Bölümlerden birinde bir düğme var ve bu düğmeye basıldığında, zemindeki
elektrik akımı kesiliyor. Tesadüfi aralıklarla kafesin zeminine
elektrik akımı veriliyor. Elektrikten rahatsız olan fareler kafesin
içinde koşuşurlarken, biri, tesadüfen düğmeyi “keşfediyor”. Birkaç
denemeden sonra fareler elektrik akımının düğmeye basarak
kesilebileceğini “öğreniyorlar”.
Deneyin “çarpıcı” sonucu şurada: Zemine zaman zaman elektrik verme
işlemi sürdürülüyor ve fareler düğmeye basarak akımı kesiyorlar. Ve
fakat, iki bölümdeki fareler arasında çok belirgin bir farklılaşma
ortaya çıkıyor. Düğmenin bulunduğu bölümdeki fareler diğerlerine göre
daha canlı, daha hareketli oluyorlar. Tüyleri daha parlak oluyor. Daha
“somut” konuşmak gerekirse, düğmenin bulunduğu bölümdeki farelerin
testosteron düzeyleri daha yüksekken, diğerlerinin endorfin düzeyleri
daha yüksek oluyor. Tabir caizse, birinci gruptakiler şartlara meydan
okurlarken, diğerleri şartlara “katlanmak” için kendilerini uyuşturmayı
tercih ediyorlar. (Deneyi aktaran kaynak: Bloom, The Lucifer Principle.)
Siyaset, zemine elektrik verildiğinde düğmeye KİMİN basacağının
kararlaştırıldığı süreçtir. Yani (a) elektrik şokundan nasıl
kurtulacağımızı bulması gereken siyaset değildir, bu iş bilimin, daha
genel anlamda “düşünce”nin işidir. (b) Birilerini “dışarıda” bırakmış,
düğmeye erişimlerini engellemişseniz, artık sizin gibi parlak tüylü,
atak, yetenekli, hani şöyle Avrupa’ya giderken yanınızda götürüp
“bizden” diye tanıştırmaktan utanmayacağınız birileri olmamalarının
hesabını onlara sormaya hakkınız da yoktur. Bu “hal”in ortaya
çıkmasında kültürün, tarihin, dilin, eğitimin ya da diğer bir çok başka
şeyin hemen hemen hiçbir dahli yoktur.
Siyasetten anlamam. Siyasetin sosyolojisinden “çok iyi” anlarım. En iyi
anladığım mevzulardan biri budur. Yıllarca çok çeşitli siyasi
araştırmalar tasarladım, yürüttüm, yönettim. Bir çok siyasetçiye,
siyasetin sosyolojisi hakkında danışmanlık yaptım. 18 Nisan
seçimlerinde, birbirleriyle bir araya gelmeleri imkansız olan, farklı
partilerden siyasetçilere destek verdikten sonra, 19 Nisan günü
kepenkleri indirdim. İki yıldır televizyon seyretmiyor, gazete
okumuyorum. Demem şu: Bir açıdan bakınca bu konularda söyleyeceğim çok
şey var. Başka açıdan bakınca ise, güncel olana 11 yaşındaki kızımdan
bile daha yabancıyım. Okumayı sürdürmeye karar vermek noktasında
olanları uyarmış olayım.
Siyaset, yukarıdaki deneyden “biraz” daha karışık tabii ki. Metafordan
vazgeçmemek için, kafesi “şöyle” zenginleştirebiliriz. Birden çok düğme
var ve bu düğmeler “farklı” elektrik akımlarını kesmekte işe
yarıyorlar. Dolayısıyla “hangi” düğmeye basılacağı, şoktan bir an önce
kurtulmak için önem taşıyor. Siyaseti anlamak için bu karışıklık düzeyi
kafi. Çünkü şunu iddia edeceğim: Diyelim ki bütün akımları tanıyan “çok
akıllı” bir fare, kendisi dışındaki herkesi kafesin diğer bölümüne
kovalamış olsun. Her elektrik şoku verildiğinde şaşmaz bir doğrulukla
uygun düğmeyi bulup bassa bile, diğer bütün fareler mat, cansız,
hayatından bezmiş, endorfin yüklü mahluklar olacaktır.
Bu tespit bir çok açıdan önemli. Mesela şunu güvenle söyleyebilirim:
Türkiye ahalisi ANKARA’DA DURMADAN “YANLIŞ” KARARLAR VERİLDİĞİ İÇİN
“süngüsü düşmüş” bir halde değildir. Siyaset düğmesine erişmesi
engellendiği için bu haldedir.
II – SİYASET YAPANLAR
Hiçbir ulus devlette siyaset, sadece siyasetçiye bırakılmaz. Medya ve
silahlı kuvvetlerin, her yerde, siyaset üzerinde ağırlıkları vardır. Bu
ağırlıklar değişkendir ve “görülebilirlik”leri de farklıdır. Türkiye’de
mesele medyanın ve silahlı kuvvetlerin siyasette ağırlıkları olmasından
kaynaklanmıyor. SİYASETİ SADECE SİLAHLI KUVVETLER İLE MEDYANIN YAPIYOR
OLMASINDAN KAYNAKLANIYOR. Çünkü bu durumda ahalinin düğmeye erişim
imkanı yoktur.
Denecektir ki “siyasetçiler de adam olsalardı ve kendi zeminlerini
kaptırmasalardı.” Siyasetçiler elbette çok hatalar yaptılar, ama bence
siyasetin medya ve TSK tarafından istila edilmesinin bu hatalarla
–varsa- çok az ilintisi vardır.
“Basın Bayramı” mı artık her ne vesileyle ise İstanbul’a gelmiş bir
“yetkili” demişti ki “basının özgür olabilmesi için kusursuz olması
beklenemez.” İtiraf edin ki hoş bir aforizma. Ama neden sadece basınla
sınırlı kalsın? Şöyle niye diyemiyoruz: “Siyasetin saygıdeğer olması
için ille de kusursuz olması beklenemez.” Kendi hesabıma ben,
aralarında az bulunur ahlaksızlar olduğunu bile bile, Türkiye’de
siyaset yapmaya çalışan herkesi (ya da az sonra istisnalarını ortaya
koyacağıma göre, “hemen hemen” herkesi), asla yapmaya kalkamayacağım
bir şeyi benim adıma yapmaya çalışan saygıdeğer insanlar olarak görmeyi
tercih ediyorum. Hangi partide olurlarsa olsunlar.
Bu noktada dikkatten kaçırılmaması gereken husus, bence şudur:
Siyasetçilerin kaybı sadece onların kaybı değil, HEPİMİZİN KAYBIDIR.
Hatta -Türkiye’de bazı generaller ve bazı medya mensupları, kendi
paylarına, geçmiş 10-12 yılda mutlu olmuş olabilirler ama- kurumsal
olarak, medya ve silahlı kuvvetler de bu süreçte büyük yaralar aldı.
III – SİYASİ PARTİLER
Türkiye’de siyaset alanının siyasetçilerden “temizlenmiş” olmasının
asli sebebi, siyasetçilerin “adam olmaması” değildir. Kanımca iki “ana”
sebep vardır. Açıklanmaları çok uzun sürer, sadece zikredeceğim.
Birincisi, 1980’li yıllarla birlikte teknolojisinin gelişimi vites
büyüten medyaya, siyasetin aynı yollarla cevap verememesidir.
Dolayısıyla siyaset ile medya arasındaki “dinamik denge” medya lehine
bozuldu. İkinci sebep ise “siyasetin dokusu”nda yapılan tahribattır.
Siyasi partilerin aşırı “merkezileştirilmeleri”nden bir iki yıl sonra,
ortada artık parti kalmadı. Siyasi partiler birer “kurum”dur, birer
“birikim”dir, toplumun en önemli “asset”leri arasındadırlar. Onların
bir takım adam ya da kadınların “mülkiyetine geçirilmesi”, Türkiye için
en büyük talihsizliklerden biri olmuştur.
Sayın Coşkunoğlu’nun benzetmesine gönderme yapacak olursam, ortada her
birinin bahçesi birer çöl olan evler yoktur. Bahçeler yemyeşil, bakımlı
ve zengindir. Ve fakat eskiden kamu malı olan, herkesin erişimine açık
olan bu bahçeler, bugün dikenli tellerle çevrilidir ve dört bir yanında
dobermanlar kol gezmektedir.
Netice olarak Türkiye’de neredeyse “bütün” kongreleri, medya kazanmaya
başladı. Sayın Coşkunoğlu ya burada değildi, ya da unuttu, Baykal da
“medya rüzgarı”yla gelen genel başkanlardandı. Tıpkı Yılmaz ve Çiller
gibi. Kongreleri kazanan medya, seçimleri hep kaybetti.
Bir toplum bir siyasi parti “icad etmişse”, bir sebebi vardır. Bu
anlamda, Türkiye’nin, Türkiye’deki “bütün” siyasi partilere ihtiyacı
vardır. Her biri bir fonksiyon üstlenir, bir iş görürler. Mesele şu ki,
medya desteğiyle kongre kazanıp, siyasi partiler kanununun kendisine
sağladığı imkanlarla partinin bahçesinin çevresine tel örgü çekenler,
bahçenin eski ve asıl sahiplerini dışarı uğratmış oldular. Onlar da
mesela Refah Partisi’ne, son seçimde Milliyetçi Hareket Partisi’ne
filan gittiler. Yüzde 4-5 civarındaki “hakiki” oy potansiyeliyle
siyasetin sağlığı için “faydalı” olan unsurlar, ziyadesiyle büyüyünce
zarar vermeye başladılar. Belki sağlıklı bir süreç içinde büyüseler,
olgunlaşarak büyümüş olacaklar, elde ettikleri sonucun hakkını
verebileceklerdi. Öyle olmadı.
Ama problemin kaynağı, ne bu “destek unsurları”nda, ne de diğer
partilerde yer alan “siyasetçi”ler değildir. Onların bu süreç içinde
sahiden yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Siyaset hakkında fütursuzca
ahkam kesenlerin hemen hepsinden çok daha iyi görüyorlardı gelmekte
olanı. Ama ellerinden gelen bir şey yoktu.
Burada “fütursuzca ahkam kesen” derken Sayın Coşkunoğlu’nu
kastetmiyorum. Bulunduğu pozisyon itibariyle zaten siyaset hakkında
ahkam kesmeye hak ve yetkisi vardır. Ayrıca da –kendi hesabıma- CHP
içinde meseleleri bu kadar anlaşılır bir dille ve serinkanlı bir
biçimde dile getiren birinin var olduğunu görmek, beni çok da
şaşırtmıştır. Kastettiğim, siyaseti istila edip siyasetçilerin elindeki
kudreti kendi hanelerine geçirirken hazdan başı dönen medya
mensuplarıyla birlikte, onların tayin ettiği gündem çerçevesinde,
siyasetçilere sövmeyi siyaset üzerine düşünmek zannedenlerdir.
Unutmamak gerekirdi, siyasetteki payları bizim adımıza siyaseti
“denetlemek”le sınırlı olan medyanın bu “önlenebilir yükselişi”ni
alkışlarken, aslında kendi siyaset hakkımızın istila edilişini
alkışlıyorduk. Denetçiler yürütücü olunca, fazladan, denetçi de kalmadı
ütelik. Yani denetim hakkımızın yok edilmesini de alkışlamış olduk.
IV – YENİDEN SİYASET
Daha önce, kim olduğunu hatırlamadığım bir meslekdaşım, sistem
düşüncesinden söz ederken “bakkalların bile bildiği” bir şey olarak
nitelemişti. Elbette yanılıyor. Belki şöyle demek daha doğru olurdu:
“Sistemcilerin bile bilmediği şey.” Başa döneceğim. Kafesin iki
tarafındaki fareler de aynı miktarda elektrik aldıkları halde ve diğer
bütün “input”lar da kafesin iki tarafında aynı olduğuna göre, neden iki
taraftaki fareler farklı reaksiyon gösterirler?
Sistem düşüncesinin size sağladığı araçları seferber etmemişseniz,
bırakın cevap vermeyi, bu soruyu soramazsınız bile. Zaten de bu tür
sorular nadiren soruluyor. Uzağa gitmeye hacet yok, kendi hesabınıza
“doğru dürüst bir siyaset” talep ederken aslında neyi talep ettiğinizi
şöyle bir düşünmeniz, sanıyorum kafidir. Sanıyorum, endorfin yüklü
oldukları için biçimsiz bulduğunuz, beğenmediğiniz şu yığınların temsil
ettiği ne varsa onlardan arındırılmış, “sterilize edilmiş”, “doğru”
kararların üretilmesini garanti edecek bir süreç arıyorsunuz. Yani
gösterişli bir “siyasi karar fabrikası”..
Fabrikaların fabrika gibi olmasının artık kaynak israfına yol açtığı,
Toplam Kalite Yönetimi, İnsan Kaynakları Yönetimi, Öğrenen Örgütler,
Örgüt Kültürü filan gibi arayışlarla bu kaynak israfının önüne geçmeye
çalışıldığı bir çağda, toplumları birer fabrika gibi örgütlemeyi
özlemenin ne kadar “gerçekçi” olduğunu bir yana bırakıyorum. (Bu arada,
bu “arayışlar”ın yol açtığı hayal kırıklıklıklarını hatırlayıp bu akıl
yürütmeye burun kıvıracak olanlara, bütün bu “arayış”ları sanki birer
“buluş”muş gibi taklit etmenin de mevzu harici olduğunu hatırlatayım.
Gerekirse bunları da ayrıca tartışırız.)
Toplumlar fabrika değildir. Fabrika “gibi” bile değildir. İyi ki
değillerdir. Siyaset de toplumların “üst yönetim”i değildir. Siyaset
siyasettir.
V – BAYKAL VE CHP
Genel olarak Sayın Coşkunoğlu’na katıldığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
Ve fakat mesele Sayın Baykal’a gelince, anlaşmamız pek mümkün
görünmüyor. Nezih’in yerinde uyarısını da görmezden gelmemiş olmamak
için polemiğe girmeyi ve kişiler üzerine konuşmayı uzatmayı
istemiyorum. Ama hiçbir şey söylemeden de geçemeyeceğim.
28 Şubat’ın ardından sayın Baykal’ın diline doladığı bir kalıp vardı:
“Aklı olan görüyor.” Benim aklım var ve CHP’nin barajı geçemeyeceğini
görüyordum. 18 Nisan sonuçları için CHP’ye oy vermeyenleri suçlamak, ya
da daha hafif bir tabirle sorumlu tutmak, kanaatimce anlaşılabilir
olmaktan uzaktır. Ben 18 Nisan’da, kendileri ile birlikte, kendileri
için çalıştığım bir çok CHP’linin (profesyonel anlamda, yoksa hayatımın
hiçbir döneminde CHP’li olmadım) “yav, tamam barajı geçmeyelim, bir
dönem kaybedelim, yeter ki şu adamdan kurtulalım” dediğine şahidim.
Çünkü CHP’de siyaset yapanlar, CHP’nin ancak Baykal’dan kurtarılırsa
bir geleceği olabileceğini görebilecek kadar sağduyu sahibiydiler.
Elbette RP’ye de REFAHYOL hükümetine de karşıydılar ama TSK’nın bir
sivil toplum örgütü olarak gösterilmeye çalışılmasının nelere
malolacağını da biliyordular. Anlaşıldığı kadarıyla bunu bilmeyen,
biliyorsa iplemeyen bir tek sayın Baykal’dı.
Sayın Baykal’a düşen, çekip gitmekti. Arkasına dönüp bakmadan çekip
gitmek. Çünkü Türkiye’nin önemli “asset”lerinden belki de en
önemlisinin, akıl almaz bir erozyona uğramasına yol açmıştı. Sayın
Baykal gitti. Ama Baykalca.. Hepimiz, kendisi için uygun bir zamanda
“çağırıyorlar n’apayım, bensiz olmuyor” diyerek döneceğini, dönmeye
kalkacağını biliyorduk. Sayın Öymen’in yaptığı “hata” çok büyük
olabilir. Ama başında Damokles’in kılıcı gibi bir Baykal varken, bu
hatayı yapmış olmasını, kendi hesabıma mazur görebilirim.
Sayın Baykal için çok şey söylenebilir. Bir teki bence kafidir: Baykal
samimi değil. Gidişi samimi değildi. Yirmi bilmem kaç arkadaşıyla
memleketin ekonomisi için “raporlar hazırlaması” samimi değildir.
Hiçbir şeyi samimi değildir. Siyasette adamın sırtının yere gelmesi
için başka şeye lüzum yok. İşte şuraya çiziyorum: CHP bir sonraki
seçime Sayın Baykal’la girecek olursa, ağzıyla kuş tutsa, bütün şartlar
ehven gitse (mesela DSP çözülse filan), yüzde 6.5’u geçemeyecektir. Hal
buyken ve bu olduğu görülürken CHP’nin başında durmakta ısrar etmek bu
sonucun müsebbibi olmak için yeterli olmuyor da, CHP’ye oy
vermeyenlerin yaptıkları “yanlış” akıl yürütmeler neden ön plana
çıkarılıyor?
VI - SONUÇ YERİNE
Konuşulacak çok şey var. Toplumları anlamak için fabrika yerine mesela
beyin metaforunu kullanırsak ne gibi perspektifler kazanabiliriz,
Türkiye’nin endorfin düzeyi nasıl düşürülebilir, siyasi partilerimizi
nasıl işlevsel hale getirebiliriz, siyaseti istila edenler bu istiladan
nasıl zarar gördüler, onların gördüğü zararın topluma faturası nedir,
ne olacak, Türkiye’nin iç dinamikleri nasıl bir siyaset “yapı”sı
dayatıyor, Türkiye’de yaşanan ekonomik ve yönetsel krizin siyasi krizle
bağlantları nelerdir, Türkiye’nin krizinin “modernlik”in “global kriz”i
ile bağlantısı nelerdir, bu “genel” perspektife bakmadan, siyasetin her
yerdeki tıkanmakta oluşunu analiz etmeden Türkiye için anlamlı çözümler
önerilebilir mi, ve saire.. Mesela TBMM’den Gümrük Birliği lehinde
karar çıkarken bu kararı kimler nasıl inşa etti, her birimiz bu süreçte
hangi “yan”da yer aldık, şimdi neredeyiz, neden böyle oldu, ne
olabilirdi, nasıl olabilirdi filan gibi konular tartışılarak,
Türkiye’yi ve siyaseti sahiden anlamak mümkün olabilir.
İyi de bütün bunları neden yapalım? Kararları vermek birilerinin
“tekel”indeyken, bizim payımıza düşen bu birileri arasında tercihte
bulunup, böylelikle kendi aramızda bölünüp, birbirimizle dövüşmek,
birbirimizden nefret etmek iken, neden uğraşalım. Şimdi üstümüze düşeni
zaten layıkıyla yapıyoruz.
Sevgiler
Cemalettin N. TAŞCI ‘80
|