Core
Competency (temel yetkinlik)
Bu konudaki tartışmalar hatırladığım
kadarıyla imalat sektöründe core competency (temel yetkinlik
desem olur mu?) yaratmak üzerine başlamıştı. Ilk aklıma gelen,
temel yetkinlik (TY) yarattığımız/yaratabileceğimiz sektörlerle
Türkiye'nin küresel rekabet gücü olan/olabilecek sektörlerin
aynı olup olmadığı... Bu soruya verilebilecek en kolay cevap,
"tabii ki, TY'e sahip olduğumuz sektörler, rekabet gücümüz
olan sektörlerdir" Ancak, ben bu iki kavramın tam örtüşmediğini
düşündüğümden, stratejiyi biraz daha dikkatli belirlememiz
gerektiğini savunuyorum. Yani, küresel rekabet gücümüz olan,
ancak TY kazanamadığımız sektörler üzerine mi yoğunlaşalım,
yoksa rekabet gücümüz fazla olmasa da, TY sahibi olduğumuz sektörlerin
mi üzerine gidelim?
Işin en başında
sorulabilecek bir soru, tartışma imalat sektörü ile başladığından,
bu sektör üzerine yoğunlaşmak gerekip gerekmediği... Sanırım,
Sayın Taşçı da bu konuya değinmiş, imalatta fazla bir rekabet
şansımız olmadığını söylemişti. Hatta imalat sektörüne
aktarılan kaynakların verimli olup olmadığı bile
sorgulanabilir.
Turizm
İmalat dışına çıkarsak, turizm çok ilginç bir örnek olarak
önümüzde duruyor. Bence turizm, yukarıda bahsettiğim, rekabet gücümüzün
çok büyük olduğu, ama hiçbir şekilde TY sahibi olamadığımız
ve bu yüzden dünya ölçülerinde nal topladığımız bir sektör.
TV8'de "Bay Turizm" diye bir program var, sevimli bir adam
her hafta çok güzel programlar yapıp turizm sektörünün önemini
anlatıyor. Anafikri de, "Türkiye'ye 2010 yılında Turizm'den
60 milyar $" Diğer ülkelerle güzel karşılaştırmalar yapıyor,
söyledikleri gerçek, basit ve temeli olan şeyler. Ama dediğim
gibi, turizm konusunda inanılmaz beceriksiz bir ülkeyiz, sahip
olunan potansiyelle elde edilen gelir çok orantısız. Olmayan
TY'mizi geliştirebileceğimiz, yapamazsak da TY "ithal
edebileceğimiz" bir sektör turizm.
Ancak Türkiye Maldiv adaları
gibi sırf turizmle karnını doyuran bir ülke olamaz, tabii ki
olayın kalkınma, istihdam gibi başka boyutları da var; yani
mutlaka üretmek de zorundayız bence... Ilk akla gelen sektörlerden
birisi tarım (gene imalat dışında kaldık) ve tarıma dayalı
sanayilerdir (işte sonunda imalat) Bu derece köylü bir toplum
olup da yıllardır "kendi kendini besleyebilen bilmem kaç ülkeden
biri" masalıyla büyümemize karşın, tarımda hiç TY geliştirememiş
olmamız utanç verici. Tüm dünya organik tarım ürünleri fırtınasına
yakalanmışken, ve özellikle GAP yöresinde kirlenmemiş
topraklara sahipken, konunun bu kadar dışında kalmamız inanılmaz.
Ülkenin demografik yapısını da düşünür, ve göç sorunuyla
da boğuşurken, tarım teknolojileri konusunda TY kazanmamız (gene
gerekirse ithal etmemiz) şart.
Buğday
Tohumu
Bundan 7 yıl önce, görevli olarak yabancı sermayeli bir şirkete
gittiğimde, buğday üreticisi Türkiye'de buğday tohumu ıslahını
sadece Alman sermayeli bu şirketin yaptığını, tüm Türkiye'nin
ıslah edilmiş tohumlarını bu şirketten aldığını öğrenip
şok geçirmiştim. Yani sen, yıllarca buğday depoluğu ile
iftihar et, ve tohumlarını buğday üretmeyen bir ülkenin firması
ıslah etsin, yıllardır da bu konuda bir şey öğrenmek için çabalama...
ama, ille de (örneğin) kendi bulaşık makinamı ben yapacağım
diye yırtın. Ayhan Bey'in pamuk case'inde olduğu gibi, pamuk yetiştirecek
toprağa sahipsin, pamuk yetiştirme teknolojisini ise pamuk yetiştiremeyen
ülkeler sana satıyor. Hatta bir gün, parasıyla istesen de
satmayabilirler, kalırsın ortada...
Gıda
Neyse, şikayet kısmı çok uzadı, tarımın hemen arkasından
gelen gıda (yiyecek-içecek) sanayileri konusunda da yapılabilecek
çok şey var. Kurutulmuş, dondurulmuş, işlenmiş, paketlenmiş,
vb. gıda ürünlerinde biraz TY birikimi sağlanmış; o da daha
ziyade yabancı sermayeli firmalar sayesinde. Ama, ziyadesiyle üzerine
gidilebilir bir konu.
Tekstil
Tabii, Türkiye deyince, tekstilden bahsetmemek olmaz. Yukarıdaki
örneklerin aksine, rekabet gücümüzün çok azaldığı, ancak TY
birikimine sahip olduğumuz bir sektör. Tekstilde çok iyi bir
imalat kalitesi var, mükemmel bir fasoncuyuz, ama fasonculuğun
sonu da senden daha ucuz bir fasoncu çıkana kadardır. Çinlilerin
1 dolara ürettiği tişortu 98 cente üretmekle rekabet olmaz, gün
gelir o da 95 cente üretir, canına okur. Bu rekabet sadece gelişmiş
ülkelerin daha ucuza tişort giymesine yarar. Şu anda devalüasyon
sevinicini yaşayan tekstil ihracatçılarından çok azı Çin'in Dünya
Ticaret Örgütü üyeliği müzakerelerinde son aşamaya geldiğinin
farkında. Çin DTO üyesi olduğunda, ortalık hüngür hüngür ağlayan,
müflis tekstilcilerle dolacak ve belki de havlu dışındaki
tekstil ürünlerinde havlu atacağız.
Tekstilde tek çıkış yolunun
uluslararası marka yaratmak olduğu aklı başında kişilerce hep
söylenegeldi, ama Türkiye'den bu vizyona sahip bir girişimci çıkmadı
(bkz. Zara örneği. Erol Hocamın bahsettiği Koton vakasını şiddetle
destekliyorum) 1993 yılındaydı, MUDO'dan üst düzey bir yönetici
ile konuşuyordum. O sıralarda da MUDO gayet iyi durumdaydı. Kendi
markalarıyla yurt dışına açılma projelerinin olup olmadığını
sordum. Bana kesinlikle öyle bir niyetleri olmadığını, yurt içi
piyasa ile yeterince mutlu olduklarını söylemişti. Ben ısrarla
yurt dışında da iddiali olabileceklerini savundum, o da
kesinlikle bu fikre yanaşmadıklarını söyledi. Eh, kimseyi silah
zoruyla uluslararası marka olmaya zorlayamazsın, adam kolayı
tercih etmiş...
Seramik
Hem rekabet gücü, hem de TY sahibi olduğumuz bir sektör de
seramik ürünleri. Bu konuda gerçekten yetkiniz ve küresel bir
rekabet gücümüz var. Ancak, en temel girdisi enerji olan bu sektörü
de öldürmek için elimizden geleni yaptık. Enerji çok önemli
bir girdi ve firmalar doğal gaz kullanmayı tercih ediyorlar, hatta
sırf bu yüzden Süleyman Babanın yakın arkadaşı Bodur'un Çan'daki
fabrikalarına kadar doğalgaz boru hattı döşendi. Sektörün büyük
çoğunluğu ise (doğalgaz erişimi dışında olduklarından) LPG
kullanıyor. Ancak, birkaç uyanık taksici de LPG'yi keşfedip araçlarını
dönüştürünce, işler karıştı. Devlet önce aylarca olaya
seyirci kaldı, onbinlerce arabanın LPG'ye dönüşmesini seyretti,
sonra da onları cezalandırmak için LPG'ye vergi ve fonları
giydirdi. Olan seramikçilere oldu. Neyse ki bu çaresi kolay
bulunabilir bir problem, önemli olan bu sektörde TY birikimimizin
olması.
Bir de otomotiv ve elektronik
sektörüne değinmek ve konuyu bağlamak istiyorum, ama onu bir
sonraki mailde yapayım, bunun ucu bucağı kayboldu, buraya kadar
okuyanların da gozleri şişti.
Sevgiler,
Onur Ataoğlu '92
Süreç
Geliştirme
Otomotiv ve elektronik konusuna girmeden önce, hemen hemen tüm
imalat sektörleri için geçerli bir noktaya değinmek istiyorum.
Ülke olarak genelde yeni ürün yaratmak - teknoloji geliştirmek
gibi konularda çok yetenekli değiliz, ama imalat süreçlerinde büyük
bir core competency (gene temel yetkinlik (TY) diyeyim mi?)
sahibiyiz. Yani, ne üretsek, nasıl üretsek sorularına cevap
bulamıyoruz, ama birisi "şunu şöyle üret" deyince de
pek güzel üretiyoruz, üretim süreçlerini geliştirebiliyoruz.
Eminim ki hepimiz "yaw,
gavurlar falanca ürünün nasıl üretildiğini görmek için Türkiye'ye
gelmiş, tesise gelip de gezince, 'vay be, bu kalitedeki ürünü bu
tesiste mi üretiyorsunuz, helal olsun size' demişler..." türündeki
efsanevi hikayelerle büyüdük. Eh, bu hikayelerde bayağı bir gerçeklik
payı da var. TY tartışmalarında, imalat süreçlerindeki bu
avantajımızı her zaman göz önünde bulundurabiliriz.
Otomotiv
Otomotiv ve yan sanayiye gelince, otomotiv Türkiye'deki en ilginç
case'lerden birisi oldu. Şu anda, GSYIH'e katkıda, gıda ve
tekstilden sonra üçüncü sırada, ihracattaki payı çok büyük
hızla artıyor. Türkiye'de 7 büyük otomobil üreticisi var(dı,
opel gitti 6 kaldı) ve bu rakam Türkiye'nin iç pazari için
(ekonomik üretim kapasiteleri göz önüne alınırsa) çok fazla.
1993 yılı sonlarında, otomotiv sektörü patlarken, Honda,
Hyundai ve Mazda Türkiye'ye geldi, Tofaş ve Renault büyük
kapasite artışı yatırımlarına girdi, 94'te kriz patlayınca
Mazda hemen geri döndü, Honda, Hyundai ve diğer üreticilerin
projeleri bir süre askıya alındı. 93 yılındaki projeksiyonlar,
Türkiyedeki iç pazarın 2000'de 1 milyon otomobile ulaşacağını
gösteriyordu, bugün halen 300.000 civarında.
Bu arada, büyük firmaların küresel
yeniden yapılanma süreçlerinde Türkiye'deki ortaklıklarına
yeni görevler biçildi. Ellerinde patlayan atıl kapasiteleri değerlendirmek
için, imalat süreçlerinde Türkiye'nin güclü TY'si de göz önüne
alındığında, bu firmalara daha global stratejiler belirlendi.
(halbuki, 93 yılı planlarında hiçbir otomotiv firması
kesinlikle ihracatı öngörmüyordu)
Bugün de bildiğimiz gibi,
Renault Clio ve Megane ile, Tofaş Doblo ile, Ford Gölcük'teki
yeni fabrikasında üreteceği model ile ana şirketleri icerisinde
küresel bir rol almış durumda. Toyota'da ise, Japonlar çoğunluğu
Sabancı grubundan devraldı, ve onlar da benzeri planlar içinde.
Bunlar çok güzel gelişmeler, ülke ekonomisine de çok büyük
faydaları olacak, ancak, ne derece ulusal rekabet gücü
kazandırır, tartışmalı. Sonuçta kararlar yurtdışındaki
merkezlerde alınıyor, ve neyin nereye ihraç edileceğine de
merkezler karar veriyor. Bağlayıcı lisans anlaşmaları yüzünden,
Türkiye'deki şirketlerin kendi politikalarını oluşturmaları çok
zor, ama gene de ülkeye katkısı olan bir sektör olduğunu düşünüyorum.
BMC belki değişik bir case
olabilir; her ne kadar British Motor Company'nin kısaltması olsa
da, Ingilizlerle bir ilgisi kalmamış bir şirket. Eski ortaklığı
sırasında edindiği TY'si sayesinde, bugün tamamen kendisinin
geliştirdiği ticari araçlarla piyasada rekabet ediyor. Büyük
firmalar gibi, dizaynını Pininfarina gibi profesyonel bir şirkete
yaptırıp, üretim sürecindeki bütün kalıplarını
kendisi geliştirip, yaptırdığı dizayna motor ve yürüyen akşamı
da oturttuktan sonra, hiç bir lisans anlaşmasının bağlayıcılığı
altında olmadan üretim ve ihracatını yapıyor.
Tabii, otomotiv yan sanayinde
çok büyük imkanlar var. Bu dalda hem yerli hem de yabancı
sermayeli bir çok firma bulunmakta ve sektörde kazanılan TY,
uluslararası rekabet şansı yaratmakta. Yan sanayi firmaları (özellikle
yabancılar) genelde bir-iki ana firmaya parça üretmek üzere
kuruluyorlar, ancak yapıları daha esnek ve kendilerine değişik
stratejiler çizebilirler.
Sonuçta, otomotiv (ve yan
sanayi) hayli TY kazandığımız bir sektör; ancak, karar
mekanizması daha çok uluslararası şirketlerin kontrolunde.
Ancak, bu sektörün istihdam, yan ekonomiler ve genel anlamda
imalat süreçlerinde yetkinlik kazandırma becerisi yüksek, bu yüzden
vazgeçilemez olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bir şekilde, Türkiye'de
haddinden fazla otomotiv şirketi yer almış; hiçbirisi Türkiye'den
vazgeçmek istemediği ve yurt içi rekabetin de bu kadar firmayı
kesmeyeceğinden hareketle, sektörde özellikle ihracat açısından
olumlu gelişmeler yaşanacak. Bu aşamada yoğunlaşılması
gereken, yan sanayi üzerine yüklenilerek, dikey entegrasyonun ve
ülkede yaratılan katma değerin artırılması olabilir.
Otomotivcilerin yorumlarını bekliyorum.
Parmaklarım yoruldu,
elektronigi ve lafı toparlamayı sonraya bırakayım.
Sevgiler,
Onur Ataoğlu '92
Üçüncü ve umarım sonuncu bölüm
:
Elektronik sektörü ancak bir
kaç başlık altında incelenebilir;
Beyaz ve
Kahverengi Eşya
Tüketici elektroniği (beyaz ve kahverengi eşyalar) konusunda
oldukça rekabetçi olduğumuz ve iyi bir temel yetkinlik (TY)
kazandığımız söylenebilir. Vestel, Beko, Profilo gibi markaların
özellikle TV'de Avrupa ülkelerinde çok ciddi bir pazar payı var.
Aslına bakarsanız, Avrupa ve ABD, TV, buzdolabı, fırın gibi şeyleri
üretmeyi gelişmekte olan ülkelere bıraktı, elektronik sektöründe
kaynaklarını katma değeri yüksek olan high-tech ürünlere kaydırdı.
Ama olsun, gene de "teknolojinin beşiği ülkelerde Türk
TV'leri satılıyor" diye gurur duyabiliriz, sonuçta ülke
bundan kazanıyor. Vestel
TY'lerini daha yüksek teknoloji vasıflarıyla güçlendirmek amacıyla,
Silikon Vadisinde şirket bile kurdu, araştırmalarına devam
ediyor. Yani, bir adım daha ileri gitme yolunda çabalar var. Tüketici
elektroniğinde iyi bir TY birikimi sağlandığını, Türkiyedeki
önde gelen şirketlerden birisini gezen bir Japon heyetinden de
duydum; gerçekten çok etkilenmişlerdi ve bu firma ile bazı işbirliği
çalışmalarına girdiler.
IT
Telekom ekipmanları da, yabancı sermayeli şirketlerin
varlığı ile rekabet edebilen bir sektör; "ulusal" bir
rekabet gücümüz ve TY'miz olduğu pek söylenemez. Profesyonel ve
endüstriyel ekipmanlar, bilgisayar ve ilgili ekipmanları ve
komponentler konusunda ise pek bir rekabet gücümüz ve TY'miz yok.
IT ve software konusu tartışmaya
çok açık, Hindistan ve Israil'den sonra tren hala kaçmış sayılmaz,
ancak çok hızlı hareket etmek gerek. Bu konuda daha önce epey
bir tartışma olmuştu, fazla detaya girmeyeyim.
Japonya
Deneyimi
Söz elektronikten açılınca, 2,5 sene önceki bir Japonya
deneyimimi aktarmak istedim. Japon Dış Ticaret Örgütü
(JETRO)'nun bir programı ile, elektronik sanayinde Türk-Japon işbirliği
ve Türkiye'ye Japon yatırımları çekilmesi konusunda bir çalışma
yapmak için üç haftalığına Japonya'ya gitmiştim. Japonya'da
hem ilgili sektör kuruluşları, hem de önde gelen bir çok firma
ile (Sony, Toshiba, Canon, NEC, Fujitsu, Sharp, vb) birebir görüşmeler
yaptım.
Çok apar topar gitmek zorunda
kaldığım için, elimde sektörle ilgili kısıtlı data ve
analizler vardı. Kısaca yukarıda özetlediğim gibi;
-
Tüketici elektroniğinde
çok güçlü yerli firmalar, büyük bir rekabet var
-
Telekom ekipmanlarında, özellikle
Avrupalı firmaların büyük yatırımı var
-
Komponentlerde büyük bir
boşluk var, korkunç bir ithalat, sıfır yatırım
-
Bilgisayarlar, endüstriyel
vb. ekipmanlarda da yatırım çok az, ithalat çok fazla...
Böyle bir durumda, Japon
firmalar yatırım yapmak için sizce en çok hangi alt sektörle
ilgilendi dersiniz? Bu sorunun cevabı ülkenin rekabet gücü ve
TY'leri ile nasıl bağdaşır derseniz, önemli ipuçları çıkabilir.
Buraya kadar okuyup da konuyla ilgilenen
arkadaşlardan tahminlerini ısrarla bekliyorum.
Iyi güzel, bunları yazdın da
ne oldu derseniz, bir toparlama yapabilirim. (Potansiyel) rekabet gücümüz
olan sektörlerde mutlaka TY oluşturmak, gerekirse "ithal
etmek" için sistemli bir çalışmaya girmeliyiz; ya da TY oluşturduğumuz,
ancak küresel rekabet edemediğimiz sektörlerde de rekabet gücümüzü
nasıl artırabileceğimize dair senaryolar oluşturmalıyız.
Liberal
vs Planlı Ekonomi
Peki bu nasıl olabilir? Benim burnuma hafiften "planlı
ekonomi" kokusu geliyor. Ama, planlı ekonomi deyince, hemen
"bu devirde olur mu planlı ekonomi; bırakınız yapsınlar, bırakınız
etsinler" demeyin. Zaten planlı ekonomi denilince şimdiye
kadar ne yaptık? "Efendim, şu sektörleri teşvik ediyoruz,
şunları etmiyoruz" dedik, insanların buna göre yatırım
yapacağını varsaydık, tutmadı. Zaten artık DTO ve diğer
uluslararası anlaşmalar ile, sektörel teşvikler kullanmak külliyen
yassah. Belirli sektörlere, TY'mizi kuvvetlendirecek şekilde yatırımcıları
yöneltmek konusunda daha zekice enstrumanlar bulmak zorundayız.
Aklıma bazı somut sektörel önlemler de geliyor, ama gene lafı
çok uzattım, belki bir başka bahara.
Gelişmişler:
Planlı
"ABD, Japonya, Avrupa ülkeleri planlı ekonomi yerine, tamamen
piyasa tercihleri ile bugünkü teknoloji ve üretim seviyesine
geldiler" denilebilir; ancak, bu ülkeler dünyada
technology-leading ülkeler; bizim gibi geliştirilen teknolojinin dümen
suyunda kendine yol bulmaya çalışan ülkeler ise çok daha planlı
davranmak zorunda (gibi geliyor) Taaa en başta belirttiğim gibi,
yeni ürün ve yeni teknoloji geliştirmede başarılı bir ülke değiliz.
(Ayrıca, gelişmiş ülkelerin çok da "plansız" davrandığını
sanmıyorum)
Türkiye gibi gelişme yolunda
olan ülkeler, birçok uluslararası platformda yapılan düzenlemelerde,
(GATT, GATS, TRIPs gibi anlaşmalar) kendilerine "ülkelerin
kalkınma politikalarını belirlemede esneklik" sağlamalarına
izin verecek tavizler koparmaya çalışıyor. "Liberal
ekonomi" vitrini ile, bu ülkelerin elini kolunu bağlamaya çalışan
gelişmiş ülkeler ise, "mızıkçılık yapmayın" şeklinde
karşılık veriyor. Bu gelişme, benim "ucundan azıcık planlı
ekonomi" fikirlerimle biraz örtüşüyor gibi...
Sevgiler,
Onur Ataoğlu '92
1667+311+291+684+546+545=
4044
|
EM
Gündemi |