23 Haziran 2001
Cumartesi
Bu “uzuuuun” mesajda yazdıklarımı, daha önce, çok çok daha uzun ve
bıktırıcı tekrarlarla başka bir listeye, Ankara Fen Lisesi Mezunları
listesine de yazdım. Ortaya çıkan neticeye bakarsam, iki ihtimal var:
(a) Ben düşünürken zırvalıyorum, (b) ben derdimi ifade ederken
zırvalıyorum. Söyleyeceklerim fazladan, “mühendis takımı”nın genel
anlayışına da, diğer mesleklerin pek çoğuna kıyasla daha az uygun. Yine
de “n’olcak bu memleketin hali” muhabbetlerine daha fazla kayıtsız
kalamadım. Lütfen (a) vakti olmayanlar, vakti olmadığı için yarım
yamalak ancak okuyabilecek olanlar (b) “çok” mühendis olanlar, (c)
zihinsel konforuna halel gelsin istemeyenler, daha ileri gitmeden bu
mesajı silsinler.
Per Bak (Danimarkalı bir fizikçi), “How Nature Works” adlı kitabına bir
simülasyonla girer: Bir “ızgara“ (grid) düşünün ki yaylardan yapılmış
olsun. Yayların kesiştikleri noktalardan birer sarkaç sallansın.
Sarkaçlardan, rasgele seçilmiş birine 360 derecelik bir dönme
yaptırılsın. Sonra yine rasgele seçilmiş bir başkasına. Böyle bir süre,
rasgele seçilmiş sarkaçlar 360 derece döndürülsün. Bir noktadan sonra,
her hangi bir sarkaç “rahatsız” edildiğinde, başka sarkaçlar da buna
reaksiyon gösterip dönmeye başlıyorlar. Kimi durumlarda bir sarkacın
döndürülmesi birkaç sarkacı döndürüyor ve sistem yeniden
durağanlaşıyor. Bazı durumlarda ise bir tek sarkacın döndürülmesi,
onlarca hatta belki de yüzlerce sarkacın, üstelik defalarca dönmesine
yol açabiliyor. Per Bak bu simülasyonu, “self-organized criticality”
adını verdiği, “complexity”nin bir tezahürü olduğu varsayılan durumu
açıklamak için, kainatın genel hallerinin bir misali olarak zikrediyor.
Doğrusal olmayan sistemlerin dinamiği hakkında kafa yormuş olanlar
için, Per Bak’ın simülasyonunun anlaşılmaz bir yanı yok. Yay, enerjiyi
depolayabilen bir “state variable”dir. Sarkaçların her dönüşü, yaylarda
tesadüfi birikimlere yol açar. Benim kendi hesabıma üniversitede
“öğrenmemiş” olduğum tarafı şunlar: Bu birikimlerin zamanla doygunluğa
ulaşabileceği ve sistemin doygunluğa ulaşma anından sonra göstereceği
reaksiyonun öngörülemez ama anlamlı bir “pattern”i olduğu. Doygunluğa
ulaşmadan “önce”, yani sisteme yükleme yapıldığı aşamada hangi
sarkaçların hangi sırayla döndürülmüş olduğu, doygunluk aşamasında
hangi sarkaçların hangilerini tetikleyeceği üzerinde etkili oluyor ama
HER DURUMDA aynı “pattern”, bir tür “power-law”, bir “one-over-f”
davranışı ortaya çıkıyor.
Biz mühendisler için, bütün bunlar böyle söylendiğinde ya da
okunduğunda “anlamak” kolay. Ama içselleştirmek, gördüğüm kadarıyla
imkansız denecek kadar zor. Biz “fabrika”yı anlarız. Fabrika, sadece
içinde çalışmaya hazırlandığımız bir imalat “mode”u olarak değil,
Newtoncu dünya tasavvurunun “model”i olarak, bizim zihinsel dokumuza
işlemiştir. Fabrikanın okullara nasıl model olduğu Illich’ten,
hapishanelere nasıl model olduğu Foucoult’dan okunabilir mesela.
Fabrikada, yani Newtoncu dünyada Per Bak’ın “self-organizad
criticality”si olmaz. Bir çok sebeple. Ben bir kaçını sayayım: (a)
Fabrikada her pertürbasyon, kendi büyüklüğüyle “orantılı” neticelere
yol açar. Yani sistem lineerdir. (b) Fabrika’da her pertürbasyon, eğer
farklı noktalarda reaksiyona yol açıyorsa, bu reaksiyonlar en yakından
en uzağa doğru azalır. (c) Fabrikada tarih yoktur. Bugün a neticesine
yol açan bir pertürbasyon, yarın da aynı neticeye yol açar. (d)
Fabrikada her pertürbasyonun neticesi öngörülebilir. (e) Fabrika bir
tasarı ürünüdür ve “ancak” fabrikanın, yani tasarım ürünü olan
sistemlerin düzen üretebileceği gibi bir yanılsamaya yol açmıştır.
Özelde Per Bak’ın simülasyonu, genelde “complexity” bilimi, bütün bu
varsayımların (ve burada saymadığım daha bir çoğunun) sebepsiz
varsayımlar olduğunu, dünyanın başka türlü bir şey olduğunu “gösterir”.
Buradan alınacak dersler, kanaatimce, sonsuzdur. Bir kaçına işaret
etmeye çalışacağım.
Ahmet Altan son kitabında “biz ihtilal yapmayı beceremeyip ancak isyan
ederiz” mealinde bir şey söylüyor. Dünya tarihinde ihtilaller çok
nadirdir. “İhtilal” deyince de, hatta 1917 devrimini yapmış Rusya’da
bile akla önce 1789 gelir. Ama 1789’u yapan Fransa’da taşlar, 1789’dan
sonra bilmem kaç monarşi, bilmem kaç imparatorluk, bilmem kaç
cumhuriyetten sonra, ancak 150 yılda yerine oturdu. Uzaktan bakınca
Deneuve gibi görünen Fransız İhtilali ve sonrasındaki uzun çalkalanma
dönemi, yakından bakarsanız, Türkiye’nin son 150 yılıyla çok
benzerlikler gösterir. Biz de işte kendi kavlimizce, daha az kan
dökerek, büsbütün aynı yoldan geçmeye çalışıyoruz. Misal, kanaatimce
Türkiye’nin son 150 yılının en büyük ayıbı gayrimüslimlerin tasfiye
edilmesidir. Ama bu bizim kendi icad ettiğimiz bir şey değildir.
Newtoncu anlayışın dayattığı standartlaşmanın kaçınılmaz neticesidir.
İngilizler de, Fransızlar da aynı haltı yemişlerdir. Peki neden? Çünkü
fabrika, toplum için de bir model olarak kabul edilmiştir. En iyi
toplumun, fabrikayı en çok andıran toplum olduğuna inanılmıştır. Eh Per
Bak’ın simülasyonu toplumun “aslında” fabrika gibi “olmadığını”
gösterdiğine göre, demek ki, toplumu fabrika misaline göre yeniden
yapmak, her düzeyde “zor kullanmayı” gerektirmiştir. Üzerinde fazla
enerji akümüle olan yaylar “tutulmuş”, hatta yeri geldiğinde kopartılıp
atılmıştır. Feyarabend’in aktardığına göre Japonlar, Meiji restorasyonu
sırasında, Batılı dünya tasavvurunun “barbarca” olduğu neticesine
varırlar. Ama varlıklarını sürdürebilmeleri için, onlarınki kadar güçlü
silahlar yapmaları gerekir ve bunun için de onların dünya tasavvuruna
dünyanın doğru bir tasavvuruymuş gibi davranmaları gerektiği neticesine
varırlar. Yani Newtoncu dünya tasavvurunun dünyanın “doğru” bir
tasavvuru olmadığını peşinen bildikleri halde, onu doğruymuş gibi kabul
ederler.
Sıkıntı şurada ortaya çıkıyor: Türkiye dünyadan izole edilmiş değil.
Türkiye’nin “yayları”, dışarıdan gelen basınçla da sıkışıyor ya da
geriliyor. Bütün dünyada olup biten herşey, öngörülemez bir biçimde,
başka yerlerdeki sarkaçları tetikliyor. Birilerinin elinde yeterince
kudret var ve hareket etmesini istemedikleri sarkaçları “tutuyorlar”.
Bu durumda gerilim orada kalmıyor, başka yerlere transfer oluyor.
Neticede Türk Lirası değer kaybedince biz kaybediyoruz. Değer kazanınca
yine biz kaybediyoruz. Filan.
Her hangi bir öneriyle karşılaşınca “aksini söyleyen var mı” diye
sormak bir yol. (Bence aksini kimsenin söylemediği öneriler aslında en
tehlikeli olanlar ya neyse.) Bence asıl sorulması gereken şey şu: Daha
önce denenmedi mi, en azından denemeye teşebbüs edilmedi mi? Bizim
zengin bir başarısızlıklar tarihimiz var. Bugün ortada öneri diye
gezinen hemen her şeyi, hatta çok daha fazlasını, biz öyle ya da böyle
denedik. İsteyen Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”nı
okuyabilir. Orada Türkiye’nin uzun süren yenikliğinin tarihini tersine
çevirebilmek için nelerin önerildiğini ve denendiğini araştırabilir.
Öyle bir iki sarkacı döndürüp, sistemi istediğiniz hale getirmenin yolu
yoktur. Burası bir fabrika değil, bir toplum.
İkinci önemli çıkarım şu: “Complex” sistemler, kendiliklerinden,
herhangi bir “tasarımcı” olmadan da düzene yakınsayabilirler. Ama
sistemi hiç anlamamış, anlamaya teşebbüs bile etmemiş birilerinin
durmadan pertürbasyona maruz bıraktığı sistemler, “complexity”
teorisine göre, “edge of chaos” da denen “complex” alanı aşıp, kaotik
bölgeye düşebilirler. Demek ki “bir şeyler yapma” şehvetiyle, bilir
bilmez sisteme müdahale edip durmanın çok ağır maliyetleri olabilir.
Mühendislik yapmadan önce, biraz olsun, neyin üzerinde mühendislik
yapılacağını anlamaya çalışmak gerekir.
Spielberg’in ilk filmi, bir televizyon filmi olan “The Duel”i belki de
seyretmiş olanlar vardır. Bir pazarlamacı otomobiliyle bir iş
seyahatine çıkar. Kendisine bir kamyon musallat olur. Kamyoncuyu hiç
görmeyiz, sadece birkaç kere çizmelerini görürüz. Filmin kahramanı
kamyoncudan kurtulmak için her hamle yaptığında, kamyoncunun tehdidi
büyür. Öyle hissedersiniz ki, masanın üzerinde yuvarlanmakta olan bir
kalemi tutmak için yaptığınız her hamle kısa gelir ve tutmaya
çalıştığınız kaleme çarpıp onu hızlandırırsınız, dolayısıyla da yapmaya
çalıştığınız iş, yani kalemi yakalamak güçleşir. Spielberg,
“complexity” teorisi ortada yokken, onun formüle edeceği dünyayı
farketmiş görünüyor. “Edge of Chaos”ta işler böyle yürür. Ve hep böyle
yürür. Bütün toplumlar, öyle ya da böyle “edge of chaos”tadır.
Üçüncü önemli çıkarıma gelince: Her sistemde yayların kendine özgü bir
“pattern”i vardır. Falanca ülkede, diyelim R35 düğümündeki sarkaç
pertürbasyona uğrayınca aklı başında sonuçlar çıkıyor diye, aynı şeyin
Türkiye’de de olacağının garantisi yoktur.
Bunlar benim abuklamalarım değil. İsteyen, Internet’te “complexity”,
“edge of chaos”, “Kauffman”, “Per Bak”, “Holland” filan gibi
“entry”lerle “search” yapıp meselenin boyutları hakkında fikir sahibi
olabilir. Dünya sandığımız gibi bir dünya değildir. Dolayısıyla
Türkiye’de ortaya çıkan ve bizim hoşumuza gitmeyen neticeler, aslında
bizatihi o neticeleri ortadan kaldırmak için yaptığımız, ama geçersiz
varsayımlara dayanarak geliştirdiğimiz davranışların neticesi
olabilirler. “Düzgün” olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda hiç şüphe
etmediğimiz varsayımlarımız yanlış olduğu için, düzeltmeye çalıştıkça
sistemi tahrip ediyor olabiliriz. Bence galip ihtimal de budur.
Bir tek misal üzerinden gideceğim: Mezunu ve/veya mensubu olmakla çok
övündüğümüz ODTÜ üzerinden. ODTÜ’yü kurmak doğru bir iş midir? Bir
ağızdan cevap verdik: Öyledir. O halde demek ki Türkiye, makus talihini
yenmek için yakışanı yapmaya çalışıyormuş. Peki nedir ODTÜ’den
beklenenler? Bir üniversitenin, en azından üç fonksiyonu vardır. Sırayla
üzerinden gidelim.
Birincisi öğretim. Her toplumda bir % 1 vardır ki, toplumun en önemli
“asset”idir. Ek bir % 4 daha vardır ki, doğru dürüst desteklenirse, ilk
% 1’in seviyesine ulaşamasa bile, verimi kayda değer boyutlara
ulaşabilir. Ek bir % 10 daha vardır ki, genellikle eğitimi için
harcanan kaynakları, eğitilmiş olmakla geriye ödeyebilir. Mevcut eğitim
teknolojisi ve anlayışımız, geriye kalan % 85 için uygun değildir.
Mevcut eğitim anlayışımız veri olmak kaydıyla, toplumun bu % 85’inin,
getirilerini maliyetlerinin düzeyine çıkarmak mümkün değildir. Bu
oranlar kaba oranlar. Birkaç puan kayabilirler. Ama ana hatları
itibariyle bütün toplumlarda bu “pattern” vardır. ODTÜ, toplumun kıt
kaynaklarının, en verimli % 1 için yoğunlaştırılması için kurulmuş, bu
anlamda gereği de yapılmış bir kurumdur. Yani ODTÜ mezunlarının
toplumda diğerlerinden daha başarılı olması ODTÜ’nün kattığı değerin
bir neticesi değil, kendi yüzdelik pozisyonlarının bir neticesidir.
ODTÜ hocaları tanıdım ki “bu malzemeyle bu kadar oluyor” filan gibi
argümanlarla, kendi başarısızlıklarını öğrencilere fatura etmekten hiç
utanmıyorlardı. Eh ilk % 1 için bunlar söylenebildiğine göre, diğer
üniversitelere çamur atmanın hiç rasyoneli yoktur. Daha önemlisi, madem
ki üniversitede kayda değer bir katma değer üretilmemektedir, o halde
üniversite için toplumsal fedakarlık yapmanın da rasyoneli yoktur.
Demek ki polislerin öğretim üyelerinden daha çok maaş alır duruma
gelmesi, makul bir neticedir. Başka bir deyişle, genelde üniversite
kurumunu, özelde ODTÜ’yü başka düğümlere bağlayan yaylarda birikmiş
olan gerilimler, sebepsiz ya da anlaşılmaz değildir.
Üniversitenin ikinci fonksiyonu bilim yapmak. 1970’lerde Ankara’da
yaşayanlar hatırlarlar, kumrular hava kiriliğinden ölüp, pat pat
kaldırımlara düşerlerdi. O dönemde ODTÜ’ye, bu hava kirliliğinin
aşılması işi için araştırma yapma görevi verildiydi. Geliştirilen
“çözüm”leri görünce, ben kendi hesabıma, öğrencisi olduğum ODTÜ’ye
“not”u vermiştim zaten. Memleketin bir problemi var. Bu problemi
“bilimsel” yoldan çözmek için çaba harcanıyor. Var mı burada aksayan
bir şey? Aksama nerede ortaya çıkıyor? Uygun bir biçimde dönüp,
yaylardaki bazı birikmiş enerjileri boşaltması “beklenen” üniversite,
orada, öyle duruyor.
Daha yakın bir misal. Türkiye GB’ne gireceği zaman, bazı siyasiler bana
geldi ve bu işten Türkiye’de hangi sektörün nasıl etkileneceğini bilen
birilerini bulmamı istedi. Bulamadım. (Bir Erol Manisalı vardı bu
konuda çalışıp düşünen, o da fazla angajeydi, ne diyeceği baştan
belliydi.) Çünkü ODTÜ mesela, “gelişlerarası süre poisson dağıldığında,
n servis noktalı falanca sistemin optimum çözümleri” filan gibi
“hayati” (!) problemlerle uğraşıyordu. İsteyen ODTÜ’de yapılmış olan
tezlerin listesini alır, memleketin sosyal ve endüstriyel
problemlerinin listesiyle karşılaştırır. Neden bu halde olduğumuza
başka delil bile gerekmeyebilir.
“Bilim evrenseldir” diye karşı çıkacak olanlara sorum şu: Madem öyle,
neden İspanyol ya da Fransız ünivesiteleri Türkiye’nin hangi
sektörlerinin GB’den nasıl etkileneceğini bir zahmet araştırıp bize
sunuvermediler? Biz bu “evrensel evren”in bir parçası değil miyiz?
Yoksa evrensellik denen şey, “complexity” biliminin iddia etiği gibi,
yerel olanların toplamından mı oluşuyor?
ODTÜ memleketin meselelerine el attığında, durum daha da vahim oldu.
Mesela (projede görev almış olanları kızdırmak pahasına söyleyeyim)
1970’lerde Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü için bir Yönetim Bilişim
Sistemi projesi yapılmıştı ODTÜ’de. Ben MS tezimi MIS üzerine yaptığım
için ayrıntısıyla incelemek zorunda kalmıştım, yanlış hatırlamıyorsam
12 ciltlik raporu. Raporda Şeker Fabrikaları filan hiç yoktu. 5-6 kitap
paylaşılmış ve tercüme edilip, memlekete bir hizmet (!) olmak üzere
birleştirilmişti. Sonra defalarca benzer tavrın sergilendiğini gördüm.
ODTÜ’de tavır şudur: Biz şeylerin nasıl olması gerektiğini biliriz. Ama
Türkiye’de şeyler nasıl olmaları gerektiğini bilmezler. Bu yüzden de
olamaları gerektiği gibidirler. Bilimin onlar için söyleyebileceği bir
şey yoktur. Böyle bilime, bu kadar kaynak.
Şimdi diyor ki Elif mesela, Türkiye’de profesyonel tatmin bulamayacağı
için dönmeyecekmiş. Dönse gönlü ODTÜ’deymiş. Kendisini tanımam.
Hakkında akıl yürütmek de istemem. Ama tanıdığım bir çok kişiden benzer
argümanları dinledim. Burada profesyonel tatmin, Türkiye’nin “grid”ini
bilmedikleri için mümkün değil. Yoksa para pul eksikliğinden filan
değil. Per Bak kendisi anlatır, dünyanın en büyük bilimsel araştırma
yatırımlarının birinin yanıbaşında, onlardan hiç yararlanmadan, birkaç
PC ve kafası çalışan birkaç insanla neler yapabildiklerini. Santa Fe,
yani kaos ve “complexity”nin yurdu da, bol miktarda kafası çalışan
insandan başka hiçbir kayda değer kaynak gerektirmeyen
organizasyonlardır. Gleick anlatır, kaosçulardan biri (şimdi hangisi
olduğunu hatırlamıyorum), sık sık uçağa binmeyi gerektirecek bahaneler
bulduğu için dikkat çeker. Enstitü uçak parası ödemek istemeyecek kadar
cimridir yani. Mesele anlaşılır: Adamın derdi bulutlara “bakmak”tır.
Bulutlara Türkiye’de de bakabilirsiniz. Hava kirliliğine, GB’ye, ve
daha bir çok şeye. Ama ODTÜ Türkiye’ye bakmaz. Bakmayınca da bu kadar
olur.
Üniversitenin üçüncü işi “model” olmaktır. Üniversite “elit” bir
ortamdır. Topluma “yukarıdan” bakar. Ama ODTÜ’nün baktığı kadar
yukarıdan, meleklerin makamından değil. ODTÜ model olarak da Türkiye’ye
ziyadesiyle zarar verdi. İngilizce eğitim mesela, ya da son olarak
terfi yönetmelikleri gibi konularda, diğer üniversiteler kötü örnek
olması sadece bir yönü işin.
Türkiye, kendi insan gücü ihtiyacını, problemlerinin bilimsel
çözümlerinin bulunması ihtiyacını ve kurumlarına model olma ihtiyacını
karşılamak için, kıt kaynaklarını ayırıp ODTÜ’yü kurmuş. Netice, net
bakiye şu: ODTÜ Türkiye’nin % 1’ini memleketin dilini anlamayan, ona
yabancı insanlar olarak yetiştirmiş. Bir bölümünün yurt dışına bedelsiz
transferi için aracı olmuş. Ya memleketin meselelerini görmezden
gelmiş, gelmediğinde de uyduruk çözümleri çok pahalıya topluma
kazıklamış. “Marka” imajı nedeniyle diğer kurumlara göre avantajlı
olduğu için, aslında çözümü bulabilecek kurumlar varsa, onların da
önünü kesmiş, haksız rekabete yol açmış. Model olduğunda da hep kötü
örnek olmuş. Kastedilenler bunlar değildi. Ama başlangıçta, her şeyin
çok da iyi olmaması için hiçbir sebep görünmüyordu. N’oldu da onca
kaynak yatırılarak yapılan iş, faydadan çok zarar verdi? Bir defa daha:
Burası bir toplumdur, fabrika değil. Pertürbe ettiğiniz her sarkaç,
başka yerlerde başka sarkaçları kışkırtır. Hayat böyledir.
Hayat böyledir ve iyi ki böyledir. Bir fabrika olsaydı çekilmez ve
sürdürülemez olurdu. Eğer insanlar fabrika dışı saatlerdeki hayatları
olmasa, hiçbir kayıt ve şartta fabrikalara girmezler. Hayatı
fabrikalaştırmak cinayet olur. Fazladan, “biz fabrikayı biliyoruz, o
halde hayat da, toplum da fabrika gibi olsun” demek de abestir.
ODTÜ misali şunu gösteriyor: “Memleketin ihtiyacı belli, bu ihtiyacın
nasıl karşılanacağı da belli, ayırırız kaynağı, biraz da çaba harcarız
ve bu ihtiyaç karşılanır” demek, haklı olmayabiliyormuş. Anlaşılır
sebeplerle. Dolayısıyla bugün apaçık göründüğü halde yapıl(a)mayan
şeyler hakkında da benzer biçimde ahkam kesmek doğru olmayabilirmiş.
Yaptığınız herşey, hiç kastetmediğiniz neticelere yol açabilirmiş.
Demek ki önce “anlamak” gerekiyormuş. Anlamak için de, şimdiye kadar
memleketi anlamamıza hiç yardımcı olmadığı apaçık belli olan dünya
tasavvurunu, dünyayı algılayış biçimini terketmek ön şartmış.
Adı zikrdilmeyince alınganlık gösterdiği için Şenol’un adını
zikredeyim. Ama bence Şenol yalnız değil, en sağcısından en solcusuna,
en Türkünden en Kürdüne, en dindarından en dinsizine kadar hemen
herkes, bu memleketi bir fabrika olarak görüyor. Gerçi farklı
kesimlerin fabrikalarının “layout”u ve ürün yelpazesi farklı ama,
herkesin üzerinde mutabık kaldığı husus, bu toplumun bir fabrika
olduğu. Şöyle “yukarıdan”, doğru dürüst bir tasarıyla, yeniden
kurulduğunda, herşey yoluna girecek. Yapılmıyorsa, mutlaka bir
engelleyen var. Ama mesele böyle değil. Bu memlekette, hemen herkes,
fırsat bulduğunda ters yöne girebilir, ama fırsat bulduğunda ters yöne
girebilen insanlar pekala bu memleket hakkında kaygı da besliyor
olabilirler ve besliyorlar.
Bu “ters yöne girme” meselesi, aslında kendi başına kafi misal bile
sayılabilir. Mimarlar bilirler, arazide “cow-path” denen, kendiliğinden
tercih edilen yollar vardır. Bu yolların üzerine engel koymakla,
insanların bu yolları kullanmalarının önüne geçilmesi zordur. Aslında
söz konusu patikalar, sistemn dinamiğinin unsurlarıdır. Sadece mimari
anlamda değil, her düzlemde karşılıkları vardır. İyi mimar,
“cow-path”lerden yararlanır, onlarla dövüşmez. Ama fabrikalarda (yani
Newtoncu anlayışa göre bütün dinamiği sıfırlanmış her düzlemde)
“cow-path” filan yoktur. Newton, uzayı ve zamanı eşdeğer, biri
diğerinden farksız noktaların oluşturduğu homojen bütünlükler haline
getirdiği için Newton olmuş, bütün bir döneme adını vermiştir.
Türkiye’yi bir fabrika gibi görenler de, “cow-path”lerin olmaması
“gerektiği”ni varsayarlar. Buna göre kurallar koyarlar. Bunun sayısız
misalini sayabilirim ama zaten fazla uzadı.
Neticeten, memleketi bir fabrika gibi görmekten gayrı bir problem
yoktur ortada. “Upgrade” edilmesi gereken memleket değil, kendi
zihinsel “mode”umuzdur.
Sevgiler
Cemalettin N. TAŞCI ‘80
|