Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

Memleketin Haline Dair

Cemalettin Nuri Taşçı

Politika Tartışması

Eski Yazılar

23 Haziran 2001 Cumartesi

Bu “uzuuuun” mesajda yazdıklarımı, daha önce, çok çok daha uzun ve bıktırıcı tekrarlarla başka bir listeye, Ankara Fen Lisesi Mezunları listesine de yazdım. Ortaya çıkan neticeye bakarsam, iki ihtimal var: (a) Ben düşünürken zırvalıyorum, (b) ben derdimi ifade ederken zırvalıyorum. Söyleyeceklerim fazladan, “mühendis takımı”nın genel anlayışına da, diğer mesleklerin pek çoğuna kıyasla daha az uygun. Yine de “n’olcak bu memleketin hali” muhabbetlerine daha fazla kayıtsız kalamadım. Lütfen (a) vakti olmayanlar, vakti olmadığı için yarım yamalak ancak okuyabilecek olanlar (b) “çok” mühendis olanlar, (c) zihinsel konforuna halel gelsin istemeyenler, daha ileri gitmeden bu mesajı silsinler.

Per Bak (Danimarkalı bir fizikçi), “How Nature Works” adlı kitabına bir simülasyonla girer: Bir “ızgara“ (grid) düşünün ki yaylardan yapılmış olsun. Yayların kesiştikleri noktalardan birer sarkaç sallansın. Sarkaçlardan, rasgele seçilmiş birine 360 derecelik bir dönme yaptırılsın. Sonra yine rasgele seçilmiş bir başkasına. Böyle bir süre, rasgele seçilmiş sarkaçlar 360 derece döndürülsün. Bir noktadan sonra, her hangi bir sarkaç “rahatsız” edildiğinde, başka sarkaçlar da buna reaksiyon gösterip dönmeye başlıyorlar. Kimi durumlarda bir sarkacın döndürülmesi birkaç sarkacı döndürüyor ve sistem yeniden durağanlaşıyor. Bazı durumlarda ise bir tek sarkacın döndürülmesi, onlarca hatta belki de yüzlerce sarkacın, üstelik defalarca dönmesine yol açabiliyor. Per Bak bu simülasyonu, “self-organized criticality” adını verdiği, “complexity”nin bir tezahürü olduğu varsayılan durumu açıklamak için, kainatın genel hallerinin bir misali olarak zikrediyor.

Doğrusal olmayan sistemlerin dinamiği hakkında kafa yormuş olanlar için, Per Bak’ın simülasyonunun anlaşılmaz bir yanı yok. Yay, enerjiyi depolayabilen bir “state variable”dir. Sarkaçların her dönüşü, yaylarda tesadüfi birikimlere yol açar. Benim kendi hesabıma üniversitede “öğrenmemiş” olduğum tarafı şunlar: Bu birikimlerin zamanla doygunluğa ulaşabileceği ve sistemin doygunluğa ulaşma anından sonra göstereceği reaksiyonun öngörülemez ama anlamlı bir “pattern”i olduğu. Doygunluğa ulaşmadan “önce”, yani sisteme yükleme yapıldığı aşamada hangi sarkaçların hangi sırayla döndürülmüş olduğu, doygunluk aşamasında hangi sarkaçların hangilerini tetikleyeceği üzerinde etkili oluyor ama HER DURUMDA aynı “pattern”, bir tür “power-law”, bir “one-over-f” davranışı ortaya çıkıyor.

Biz mühendisler için, bütün bunlar böyle söylendiğinde ya da okunduğunda “anlamak” kolay. Ama içselleştirmek, gördüğüm kadarıyla imkansız denecek kadar zor. Biz “fabrika”yı anlarız. Fabrika, sadece içinde çalışmaya hazırlandığımız bir imalat “mode”u olarak değil, Newtoncu dünya tasavvurunun “model”i olarak, bizim zihinsel dokumuza işlemiştir. Fabrikanın okullara nasıl model olduğu Illich’ten, hapishanelere nasıl model olduğu Foucoult’dan okunabilir mesela. Fabrikada, yani Newtoncu dünyada Per Bak’ın “self-organizad criticality”si olmaz. Bir çok sebeple. Ben bir kaçını sayayım: (a) Fabrikada her pertürbasyon, kendi büyüklüğüyle “orantılı” neticelere yol açar. Yani sistem lineerdir. (b) Fabrika’da her pertürbasyon, eğer farklı noktalarda reaksiyona yol açıyorsa, bu reaksiyonlar en yakından en uzağa doğru azalır. (c) Fabrikada tarih yoktur. Bugün a neticesine yol açan bir pertürbasyon, yarın da aynı neticeye yol açar. (d) Fabrikada her pertürbasyonun neticesi öngörülebilir. (e) Fabrika bir tasarı ürünüdür ve “ancak” fabrikanın, yani tasarım ürünü olan sistemlerin düzen üretebileceği gibi bir yanılsamaya yol açmıştır.

Özelde Per Bak’ın simülasyonu, genelde “complexity” bilimi, bütün bu varsayımların (ve burada saymadığım daha bir çoğunun) sebepsiz varsayımlar olduğunu, dünyanın başka türlü bir şey olduğunu “gösterir”. Buradan alınacak dersler, kanaatimce, sonsuzdur. Bir kaçına işaret
etmeye çalışacağım.

Ahmet Altan son kitabında “biz ihtilal yapmayı beceremeyip ancak isyan ederiz” mealinde bir şey söylüyor. Dünya tarihinde ihtilaller çok nadirdir. “İhtilal” deyince de, hatta 1917 devrimini yapmış Rusya’da bile akla önce 1789 gelir. Ama 1789’u yapan Fransa’da taşlar, 1789’dan sonra bilmem kaç monarşi, bilmem kaç imparatorluk, bilmem kaç cumhuriyetten sonra, ancak 150 yılda yerine oturdu. Uzaktan bakınca Deneuve gibi görünen Fransız İhtilali ve sonrasındaki uzun çalkalanma dönemi, yakından bakarsanız, Türkiye’nin son 150 yılıyla çok benzerlikler gösterir. Biz de işte kendi kavlimizce, daha az kan dökerek, büsbütün aynı yoldan geçmeye çalışıyoruz. Misal, kanaatimce Türkiye’nin son 150 yılının en büyük ayıbı gayrimüslimlerin tasfiye edilmesidir. Ama bu bizim kendi icad ettiğimiz bir şey değildir. Newtoncu anlayışın dayattığı standartlaşmanın kaçınılmaz neticesidir. İngilizler de, Fransızlar da aynı haltı yemişlerdir. Peki neden? Çünkü fabrika, toplum için de bir model olarak kabul edilmiştir. En iyi toplumun, fabrikayı en çok andıran toplum olduğuna inanılmıştır. Eh Per Bak’ın simülasyonu toplumun “aslında” fabrika gibi “olmadığını” gösterdiğine göre, demek ki, toplumu fabrika misaline göre yeniden yapmak, her düzeyde “zor kullanmayı” gerektirmiştir. Üzerinde fazla enerji akümüle olan yaylar “tutulmuş”, hatta yeri geldiğinde kopartılıp atılmıştır. Feyarabend’in aktardığına göre Japonlar, Meiji restorasyonu sırasında, Batılı dünya tasavvurunun “barbarca” olduğu neticesine varırlar. Ama varlıklarını sürdürebilmeleri için, onlarınki kadar güçlü silahlar yapmaları gerekir ve bunun için de onların dünya tasavvuruna dünyanın doğru bir tasavvuruymuş gibi davranmaları gerektiği neticesine varırlar. Yani Newtoncu dünya tasavvurunun dünyanın “doğru” bir tasavvuru olmadığını peşinen bildikleri halde, onu doğruymuş gibi kabul ederler.

Sıkıntı şurada ortaya çıkıyor: Türkiye dünyadan izole edilmiş değil. Türkiye’nin “yayları”, dışarıdan gelen basınçla da sıkışıyor ya da geriliyor. Bütün dünyada olup biten herşey, öngörülemez bir biçimde, başka yerlerdeki sarkaçları tetikliyor. Birilerinin elinde yeterince kudret var ve hareket etmesini istemedikleri sarkaçları “tutuyorlar”. Bu durumda gerilim orada kalmıyor, başka yerlere transfer oluyor. Neticede Türk Lirası değer kaybedince biz kaybediyoruz. Değer kazanınca yine biz kaybediyoruz. Filan.

Her hangi bir öneriyle karşılaşınca “aksini söyleyen var mı” diye sormak bir yol. (Bence aksini kimsenin söylemediği öneriler aslında en tehlikeli olanlar ya neyse.) Bence asıl sorulması gereken şey şu: Daha önce denenmedi mi, en azından denemeye teşebbüs edilmedi mi? Bizim zengin bir başarısızlıklar tarihimiz var. Bugün ortada öneri diye gezinen hemen her şeyi, hatta çok daha fazlasını, biz öyle ya da böyle denedik. İsteyen Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”nı okuyabilir. Orada Türkiye’nin uzun süren yenikliğinin tarihini tersine çevirebilmek için nelerin önerildiğini ve denendiğini araştırabilir. Öyle bir iki sarkacı döndürüp, sistemi istediğiniz hale getirmenin yolu yoktur. Burası bir fabrika değil, bir toplum.

İkinci önemli çıkarım şu: “Complex” sistemler, kendiliklerinden, herhangi bir “tasarımcı” olmadan da düzene yakınsayabilirler. Ama sistemi hiç anlamamış, anlamaya teşebbüs bile etmemiş birilerinin durmadan pertürbasyona maruz bıraktığı sistemler, “complexity” teorisine göre, “edge of chaos” da denen “complex” alanı aşıp, kaotik bölgeye düşebilirler. Demek ki “bir şeyler yapma” şehvetiyle, bilir bilmez sisteme müdahale edip durmanın çok ağır maliyetleri olabilir. Mühendislik yapmadan önce, biraz olsun, neyin üzerinde mühendislik yapılacağını anlamaya çalışmak gerekir.

Spielberg’in ilk filmi, bir televizyon filmi olan “The Duel”i belki de seyretmiş olanlar vardır. Bir pazarlamacı otomobiliyle bir iş seyahatine çıkar. Kendisine bir kamyon musallat olur. Kamyoncuyu hiç görmeyiz, sadece birkaç kere çizmelerini görürüz. Filmin kahramanı kamyoncudan kurtulmak için her hamle yaptığında, kamyoncunun tehdidi büyür. Öyle hissedersiniz ki, masanın üzerinde yuvarlanmakta olan bir kalemi tutmak için yaptığınız her hamle kısa gelir ve tutmaya çalıştığınız kaleme çarpıp onu hızlandırırsınız, dolayısıyla da yapmaya çalıştığınız iş, yani kalemi yakalamak güçleşir. Spielberg, “complexity” teorisi ortada yokken, onun formüle edeceği dünyayı farketmiş görünüyor. “Edge of Chaos”ta işler böyle yürür. Ve hep böyle yürür. Bütün toplumlar, öyle ya da böyle “edge of chaos”tadır.

Üçüncü önemli çıkarıma gelince: Her sistemde yayların kendine özgü bir “pattern”i vardır. Falanca ülkede, diyelim R35 düğümündeki sarkaç pertürbasyona uğrayınca aklı başında sonuçlar çıkıyor diye, aynı şeyin Türkiye’de de olacağının garantisi yoktur.

Bunlar benim abuklamalarım değil. İsteyen, Internet’te “complexity”, “edge of chaos”, “Kauffman”, “Per Bak”, “Holland” filan gibi “entry”lerle “search” yapıp meselenin boyutları hakkında fikir sahibi olabilir. Dünya sandığımız gibi bir dünya değildir. Dolayısıyla Türkiye’de ortaya çıkan ve bizim hoşumuza gitmeyen neticeler, aslında bizatihi o neticeleri ortadan kaldırmak için yaptığımız, ama geçersiz varsayımlara dayanarak geliştirdiğimiz davranışların neticesi olabilirler. “Düzgün” olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda hiç şüphe etmediğimiz varsayımlarımız yanlış olduğu için, düzeltmeye çalıştıkça sistemi tahrip ediyor olabiliriz. Bence galip ihtimal de budur.

Bir tek misal üzerinden gideceğim: Mezunu ve/veya mensubu olmakla çok övündüğümüz ODTÜ üzerinden. ODTÜ’yü kurmak doğru bir iş midir? Bir ağızdan cevap verdik: Öyledir. O halde demek ki Türkiye, makus talihini yenmek için yakışanı yapmaya çalışıyormuş. Peki nedir ODTÜ’den beklenenler? Bir üniversitenin, en azından üç fonksiyonu vardır. Sırayla
üzerinden gidelim.

Birincisi öğretim. Her toplumda bir % 1 vardır ki, toplumun en önemli “asset”idir. Ek bir % 4 daha vardır ki, doğru dürüst desteklenirse, ilk % 1’in seviyesine ulaşamasa bile, verimi kayda değer boyutlara ulaşabilir. Ek bir % 10 daha vardır ki, genellikle eğitimi için harcanan kaynakları, eğitilmiş olmakla geriye ödeyebilir. Mevcut eğitim teknolojisi ve anlayışımız, geriye kalan % 85 için uygun değildir. Mevcut eğitim anlayışımız veri olmak kaydıyla, toplumun bu % 85’inin, getirilerini maliyetlerinin düzeyine çıkarmak mümkün değildir. Bu oranlar kaba oranlar. Birkaç puan kayabilirler. Ama ana hatları itibariyle bütün toplumlarda bu “pattern” vardır. ODTÜ, toplumun kıt kaynaklarının, en verimli % 1 için yoğunlaştırılması için kurulmuş, bu anlamda gereği de yapılmış bir kurumdur. Yani ODTÜ mezunlarının toplumda diğerlerinden daha başarılı olması ODTÜ’nün kattığı değerin bir neticesi değil, kendi yüzdelik pozisyonlarının bir neticesidir. ODTÜ hocaları tanıdım ki “bu malzemeyle bu kadar oluyor” filan gibi argümanlarla, kendi başarısızlıklarını öğrencilere fatura etmekten hiç utanmıyorlardı. Eh ilk % 1 için bunlar söylenebildiğine göre, diğer üniversitelere çamur atmanın hiç rasyoneli yoktur. Daha önemlisi, madem ki üniversitede kayda değer bir katma değer üretilmemektedir, o halde üniversite için toplumsal fedakarlık yapmanın da rasyoneli yoktur. Demek ki polislerin öğretim üyelerinden daha çok maaş alır duruma gelmesi, makul bir neticedir. Başka bir deyişle, genelde üniversite kurumunu, özelde ODTÜ’yü başka düğümlere bağlayan yaylarda birikmiş olan gerilimler, sebepsiz ya da anlaşılmaz değildir.

Üniversitenin ikinci fonksiyonu bilim yapmak. 1970’lerde Ankara’da yaşayanlar hatırlarlar, kumrular hava kiriliğinden ölüp, pat pat kaldırımlara düşerlerdi. O dönemde ODTÜ’ye, bu hava kirliliğinin aşılması işi için araştırma yapma görevi verildiydi. Geliştirilen “çözüm”leri görünce, ben kendi hesabıma, öğrencisi olduğum ODTÜ’ye “not”u vermiştim zaten. Memleketin bir problemi var. Bu problemi “bilimsel” yoldan çözmek için çaba harcanıyor. Var mı burada aksayan bir şey? Aksama nerede ortaya çıkıyor? Uygun bir biçimde dönüp, yaylardaki bazı birikmiş enerjileri boşaltması “beklenen” üniversite, orada, öyle duruyor.

Daha yakın bir misal. Türkiye GB’ne gireceği zaman, bazı siyasiler bana geldi ve bu işten Türkiye’de hangi sektörün nasıl etkileneceğini bilen birilerini bulmamı istedi. Bulamadım. (Bir Erol Manisalı vardı bu konuda çalışıp düşünen, o da fazla angajeydi, ne diyeceği baştan belliydi.) Çünkü ODTÜ mesela, “gelişlerarası süre poisson dağıldığında, n servis noktalı falanca sistemin optimum çözümleri” filan gibi “hayati” (!) problemlerle uğraşıyordu. İsteyen ODTÜ’de yapılmış olan tezlerin listesini alır, memleketin sosyal ve endüstriyel problemlerinin listesiyle karşılaştırır. Neden bu halde olduğumuza başka delil bile gerekmeyebilir.

“Bilim evrenseldir” diye karşı çıkacak olanlara sorum şu: Madem öyle, neden İspanyol ya da Fransız ünivesiteleri Türkiye’nin hangi sektörlerinin GB’den nasıl etkileneceğini bir zahmet araştırıp bize sunuvermediler? Biz bu “evrensel evren”in bir parçası değil miyiz? Yoksa evrensellik denen şey, “complexity” biliminin iddia etiği gibi, yerel olanların toplamından mı oluşuyor?

ODTÜ memleketin meselelerine el attığında, durum daha da vahim oldu. Mesela (projede görev almış olanları kızdırmak pahasına söyleyeyim) 1970’lerde Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü için bir Yönetim Bilişim Sistemi projesi yapılmıştı ODTÜ’de. Ben MS tezimi MIS üzerine yaptığım için ayrıntısıyla incelemek zorunda kalmıştım, yanlış hatırlamıyorsam 12 ciltlik raporu. Raporda Şeker Fabrikaları filan hiç yoktu. 5-6 kitap paylaşılmış ve tercüme edilip, memlekete bir hizmet (!) olmak üzere birleştirilmişti. Sonra defalarca benzer tavrın sergilendiğini gördüm. ODTÜ’de tavır şudur: Biz şeylerin nasıl olması gerektiğini biliriz. Ama Türkiye’de şeyler nasıl olmaları gerektiğini bilmezler. Bu yüzden de olamaları gerektiği gibidirler. Bilimin onlar için söyleyebileceği bir şey yoktur. Böyle bilime, bu kadar kaynak.

Şimdi diyor ki Elif mesela, Türkiye’de profesyonel tatmin bulamayacağı için dönmeyecekmiş. Dönse gönlü ODTÜ’deymiş. Kendisini tanımam. Hakkında akıl yürütmek de istemem. Ama tanıdığım bir çok kişiden benzer argümanları dinledim. Burada profesyonel tatmin, Türkiye’nin “grid”ini bilmedikleri için mümkün değil. Yoksa para pul eksikliğinden filan değil. Per Bak kendisi anlatır, dünyanın en büyük bilimsel araştırma yatırımlarının birinin yanıbaşında, onlardan hiç yararlanmadan, birkaç PC ve kafası çalışan birkaç insanla neler yapabildiklerini. Santa Fe, yani kaos ve “complexity”nin yurdu da, bol miktarda kafası çalışan insandan başka hiçbir kayda değer kaynak gerektirmeyen organizasyonlardır. Gleick anlatır, kaosçulardan biri (şimdi hangisi olduğunu hatırlamıyorum), sık sık uçağa binmeyi gerektirecek bahaneler bulduğu için dikkat çeker. Enstitü uçak parası ödemek istemeyecek kadar cimridir yani. Mesele anlaşılır: Adamın derdi bulutlara “bakmak”tır. Bulutlara Türkiye’de de bakabilirsiniz. Hava kirliliğine, GB’ye, ve daha bir çok şeye. Ama ODTÜ Türkiye’ye bakmaz. Bakmayınca da bu kadar olur.

Üniversitenin üçüncü işi “model” olmaktır. Üniversite “elit” bir ortamdır. Topluma “yukarıdan” bakar. Ama ODTÜ’nün baktığı kadar yukarıdan, meleklerin makamından değil. ODTÜ model olarak da Türkiye’ye ziyadesiyle zarar verdi. İngilizce eğitim mesela, ya da son olarak terfi yönetmelikleri gibi konularda, diğer üniversiteler kötü örnek olması sadece bir yönü işin.

Türkiye, kendi insan gücü ihtiyacını, problemlerinin bilimsel çözümlerinin bulunması ihtiyacını ve kurumlarına model olma ihtiyacını karşılamak için, kıt kaynaklarını ayırıp ODTÜ’yü kurmuş. Netice, net bakiye şu: ODTÜ Türkiye’nin % 1’ini memleketin dilini anlamayan, ona yabancı insanlar olarak yetiştirmiş. Bir bölümünün yurt dışına bedelsiz transferi için aracı olmuş. Ya memleketin meselelerini görmezden gelmiş, gelmediğinde de uyduruk çözümleri çok pahalıya topluma kazıklamış. “Marka” imajı nedeniyle diğer kurumlara göre avantajlı olduğu için, aslında çözümü bulabilecek kurumlar varsa, onların da önünü kesmiş, haksız rekabete yol açmış. Model olduğunda da hep kötü örnek olmuş. Kastedilenler bunlar değildi. Ama başlangıçta, her şeyin çok da iyi olmaması için hiçbir sebep görünmüyordu. N’oldu da onca kaynak yatırılarak yapılan iş, faydadan çok zarar verdi? Bir defa daha: Burası bir toplumdur, fabrika değil. Pertürbe ettiğiniz her sarkaç, başka yerlerde başka sarkaçları kışkırtır. Hayat böyledir.

Hayat böyledir ve iyi ki böyledir. Bir fabrika olsaydı çekilmez ve sürdürülemez olurdu. Eğer insanlar fabrika dışı saatlerdeki hayatları olmasa, hiçbir kayıt ve şartta fabrikalara girmezler. Hayatı fabrikalaştırmak cinayet olur. Fazladan, “biz fabrikayı biliyoruz, o halde hayat da, toplum da fabrika gibi olsun” demek de abestir.

ODTÜ misali şunu gösteriyor: “Memleketin ihtiyacı belli, bu ihtiyacın nasıl karşılanacağı da belli, ayırırız kaynağı, biraz da çaba harcarız ve bu ihtiyaç karşılanır” demek, haklı olmayabiliyormuş. Anlaşılır sebeplerle. Dolayısıyla bugün apaçık göründüğü halde yapıl(a)mayan şeyler hakkında da benzer biçimde ahkam kesmek doğru olmayabilirmiş. Yaptığınız herşey, hiç kastetmediğiniz neticelere yol açabilirmiş. Demek ki önce “anlamak” gerekiyormuş. Anlamak için de, şimdiye kadar memleketi anlamamıza hiç yardımcı olmadığı apaçık belli olan dünya tasavvurunu, dünyayı algılayış biçimini terketmek ön şartmış.

Adı zikrdilmeyince alınganlık gösterdiği için Şenol’un adını zikredeyim. Ama bence Şenol yalnız değil, en sağcısından en solcusuna, en Türkünden en Kürdüne, en dindarından en dinsizine kadar hemen herkes, bu memleketi bir fabrika olarak görüyor. Gerçi farklı kesimlerin fabrikalarının “layout”u ve ürün yelpazesi farklı ama, herkesin üzerinde mutabık kaldığı husus, bu toplumun bir fabrika olduğu. Şöyle “yukarıdan”, doğru dürüst bir tasarıyla, yeniden kurulduğunda, herşey yoluna girecek. Yapılmıyorsa, mutlaka bir engelleyen var. Ama mesele böyle değil. Bu memlekette, hemen herkes, fırsat bulduğunda ters yöne girebilir, ama fırsat bulduğunda ters yöne girebilen insanlar pekala bu memleket hakkında kaygı da besliyor olabilirler ve besliyorlar.

Bu “ters yöne girme” meselesi, aslında kendi başına kafi misal bile sayılabilir. Mimarlar bilirler, arazide “cow-path” denen, kendiliğinden tercih edilen yollar vardır. Bu yolların üzerine engel koymakla, insanların bu yolları kullanmalarının önüne geçilmesi zordur. Aslında
söz konusu patikalar, sistemn dinamiğinin unsurlarıdır. Sadece mimari anlamda değil, her düzlemde karşılıkları vardır. İyi mimar, “cow-path”lerden yararlanır, onlarla dövüşmez. Ama fabrikalarda (yani Newtoncu anlayışa göre bütün dinamiği sıfırlanmış her düzlemde) “cow-path” filan yoktur. Newton, uzayı ve zamanı eşdeğer, biri diğerinden farksız noktaların oluşturduğu homojen bütünlükler haline getirdiği için Newton olmuş, bütün bir döneme adını vermiştir. Türkiye’yi bir fabrika gibi görenler de, “cow-path”lerin olmaması “gerektiği”ni varsayarlar. Buna göre kurallar koyarlar. Bunun sayısız misalini sayabilirim ama zaten fazla uzadı.

Neticeten, memleketi bir fabrika gibi görmekten gayrı bir problem yoktur ortada. “Upgrade” edilmesi gereken memleket değil, kendi zihinsel “mode”umuzdur.

Sevgiler

Cemalettin N. TAŞCI ‘80 

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler