Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır. |
|
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |
ODTÜ - 50. Yıl Çağlar Güven |
||
İstanbul ODTÜ MD 50. Yıl Forumu ODTÜ ellili yıllarda ABD’nin Türkiye’de nüfuzunun yükseldiği dönemde kurulurken kanununda “ODTÜ’nün gayeleri” dört fıkra halinde şöyle tanımlanmış: A) Muayyen evsafı haiz Türk öğencilerine ilmi ve mesleki sahalarda umumiyetle İngilizce dilinde ileri bir öğretimi temin edecek geniş imkanlar sağlamak, B) Diğer memleketlerin mümasil evsafı haiz öğencilerine, müracaatları ve talebe olarak kabul edilmeleri üzerine eşit imkanlar temin eylemek, C) Türkiye ve Orta-Doğunun kaynaklarının inkişafına ve iktisadi meselelerinin halline bilhassa ehemmiyet verilmek üzere, Türk Milletine ve diğer milletlere fayda sağlıyacak tatbiki araştırmalar yapmak, D) Hakikati aramaya ve insanlığın bilgisini artırmaya matuf temel araştırmalar yapmak ve yaymak. Bu gayelerle yola çıkan ODTÜ, müfredatında bilimsel yani teorik bilgilere ağırlık verdi. Bilim ve teknoloji arasındaki ilişkinin farkındaydı; uygulama bilgileri ihmal edilmediyse de ikinci plana bırakıldı. Öyle olması da gerekiyordu ve yanılmıyorsam mühendislik eğitimi bakımından Türkiye’de bu bir yenilik oluşturdu. Mühendislik ve Fen Edebiyat Fakültelerinin ayrı tutulmaları ve aynı derecede önemli olduklarının kavranmış olması ODTÜ’ye eğitimde önemli başarılar getirdi. Sonradan yaşanan türlü olumsuzluklara rağmen ODTÜ öğretim kadroları eğitim görevlerine sahip çıkmaya gayret ettiler. ODTÜ’nün ilk iki gayesine önemli ölçüde ulaştığını ileri sürebilir ve bundan haklı olarak gurur duyabiliriz. ODTÜ’nün son iki fıkrada belirtilen gayelere ulaşmada aynı ölçüde başarılı olmadığı kanısındayım. Bu fıkralarda tanımlanan görevin mahiyetinin doğru anlaşılmadığına inanıyorum. Bu yanılgıda kanun söyleminin de kabahati var. 50. yılda üzerinde durup düşünmemiz gereken asıl can alıcı nokta da zaten bence budur. Kısaca şöyle açıklayabilirim: Hakikati aramak üniversitelerin asli görevidir. Hakikate eğer ulaşılabilirse, tüm bilgi ihtiyaç ve arayışlarının tamamını göz önüne almaktan, yani “NASIL YAPALIM?” “NE YAPALIM?” ve “NİÇİN ÖYLE YAPALIM?” gibi sorularının hepsini sormaktan kaçınamayız. Yani hakikat aranıyorsa temel ve tatbiki araştırmalar birbirlerinden ayrı tutulamaz. Bu noktayı ikinci mesajda ayrıntıyla tartışacağım; burada şuna işaret etmekle yetineyim: Hakikat ile realiteyi birbirine karıştırmamak lazım. Son yıllardaki gelişmeler dünyada müesses nizamın -- buna Sistem diyelim -- artık hakikatten ziyade realite ile ilgilendiğini gösteriyor. ODTÜ de zannımca hakikatin ancak sosyal bir müzakere süreci sonucunda saptanabileceği mecburiyetini gözden kaçırarak, eleştiri kabiliyeti olmayan bir mantık neticesinde hakikat ile realiteyi birbirine karıştırdı. ODTÜ, “realite bizden bağımsız olduğuna göre öylece kabul edilmelidir” diye düşünüyor. Bu durumda ise üzerine odaklanmak gereken soru “NE YAPALIM?” değil “NASIL YAPALIM?” sorusu oluyor. Bu saptama bence çok önemli. Böyle bir anlayış üniversitenin dünyayı sorgulama işlevinin eksik ve sakat kalmasına yol açar. Bu mesajlarda tartışmak istediğim ana fikir budur. ODTÜ’nün 50 yılını da bu açıdan değerlendirmek istiyorum. Yukarıda tanımlamaya çalıştığım, tüm sorulara birlikte cevap arayan kapsamlı bir sorgulama pratiğinin yerleşmemiş olması neticesinde ODTÜ’nün araştırma faaliyetlerinde disiplinlerarası bir yaklaşım da kök salamadı. Fen bilimleri ile sosyal bilimler arasında olması gereken ilişkiler ve diyalog tesis edilemedi. Hatta benzer bir şekilde fen ve mühendislik bilimleri arasındaki ilişkiler de güçlenmedi; fakülteler arası işbirliği yeterli seviyelere ulaşmadı. Bütün bunların nedeni ODTÜ’de pratikle ilgili can alıcı soruları, yani özetle “NE YAPMALI?” sorusunu sorma kabiliyetinin gelişmemiş veya unutulmuş olmasıdır. Bu bakımdan sorumluluğun önemli bir bölümü de bu alanda yol gösterici olması gereken sosyal bilimcilere ait olsa gerek. Akademik çalışmalar pratik arayışlardan ilham bulmaz ve beslenmezlerse özgün ve evrensel bilgi üretilmesi tesadüflere, yani bir takım istisnai koşulların yerine gelmesine bağlı kalır. Araştırma faaliyeti bilgi üretimine uygun şekilde kurgulanmamış olacağı için verim düşük olacak, başarı zorlamalara kalacaktır. Bugün ODTÜ bilime bu verimsiz yolu izleyerek katkı yapacağını sanıyor. Oysa Türkiye gibi zaten çok az sayıda bilim kurumuna sahip bir ülke bu verimsizliği ve israfı kaldıramaz. Bu hatalı tutum her zaman söz konusu muydu bilemiyorum ama ODTÜ’nün geçmişinde hakikat arayışının hakim olduğu dönemler yaşandığını zannediyorum. İlk 20-25 yıla yön veren anlayış sanırım bugünkünden farklıydı; unutmayalım ki ODTÜ devrimci şöhretini ve tüm üniversitelere örnek olan prestijini o yıllara borçludur. Bizimle zengin batı ülkelerinin üniversiteleri arasında önemli bir fark var. Zengin ülkeler araştırma faaliyetlerini Sistemin talepleri doğrultusunda tanzim ederlerken, “NE YAPMALI?” sorusunu bütünüyle ihmal etmiyorlar. Eleştirici düşünce kabiliyetini büsbütün yitirmeyip canlı tutmayı biliyorlar. Bilginin kompartmanlara ayrılamayacağı gerçeğini unutmuş görünselerde, gerektiğinde yeniden hatırlamaktan geri kalmıyorlar. Örneğin AB’nin son yıllarda önerdiği bilim ve araştırma politikalarında böyle bir bilincin izleri var. En azından bu ülkelerin işledikleri hatalara katlanma imkan ve kapasiteleri var. Bizim ise yok; biz hatalarımızın faturasını ödeyebilecek kadar varlıklı ve donanımlı değiliz. Türkiye’de bilim adına söz söyleyenler gerçek bilginin bütünlüğünü ve bilgi arayışının bölünmezliğini idrak etmiş görünmüyorlar. Üniversitelerde hakim olan zihniyet insan pratiğini en azından ikinci plana öteleyen, “NASIL?” sorusuna odaklanarak Sistemin talimatlarını gönüllü olarak ve hevesle izleme zihniyetidir. Oysa sorgulamada bütünlük olmadan bilgi de üretilemez, bilim de yapılamaz. Bunu anlamadığımız sürece ne kadar gayret etsek tıkanıklıktan kurtulamıyoruz. ODTÜ’de olsun diğer üniversitelerde olsun birçok değerli çalışma yapılıyor. Bu çalışmalarda ortaya konan kişisel gayret ve başarı örnekleri küçümsenemez. Ama bir de neticeye bakalım: 50 yıl hiç de kısa bir süre değildir; kimi ülkeler aynı süre zarfında bilim ve teknolojide nereden nerelere geldiler imrenerek izlemiyor muyuz? ODTÜ bir araştırma üniversitesi olmak ve evrensel bilime katkı yapmak istediğini söylüyor. Birçok değerli çalışmayı ayrı tutarak işaret etmek gerekir ki bugüne dek başarılarımız çığır açıcı olmaktan ziyade mevzii ve marjinal olmakla sınırlı kaldı. Bilim ve bilgi üretme faaliyetimizin toplum yaşamında değişikliklere yol açacak düzeye ulaştığını ileri süremeyiz. Bunun nedeni belki şöyle de izah edilebilir: araştırma faaliyetinin gerektirdiği kültürel birikim, entellektüel derinlik ve fikri sarahat iklimini tesis edemedik. “Bilimsellik” uğruna Sistemin bize hazırladığı tuzağa gönüllü olarak düştük. Bir ülkenin entellektüel sermayesinin ne anlama geldiğini doğru dürüst anlamadık. Bunun tabii sonucu olarak pratik alanda, toplumun ihtiyaçları ile ilgili belli başlı sorunların hemen hiçbirisi için anlamlı ve tutarlı, kayda değer, ufuk açıcı öneriler üretemedik. Bu saptamalar haksız veya insafsız gibi görülebilir ve bir ölçüde öyledir de. Ancak Türkiye’nin önünde duran sorunları şöyle bir düşünelim. Benim aklıma hemen gelen birkaçı şunlar: AB ile entegrasyon süreci ekonomimizi nasıl etkileyecektir; muhtemel senaryolar ve ilerde ihtiyaç duyacağımız ekonomik ve teknolojik politika seçenekleri hakkında ODTÜ bize ne söyleyebilir? İklim değişikliği Türkiye’nin sosyal ve ekonomik hayatını ne ölçüde ve ne yönde değiştirecektir; ODTÜ’nün gereken hazırlıkları ve tedbirleri bütünleştiren dengeli bir strateji önerisi var mı? Enerji alanında linyit ve hidrolik kaynaklarımızı mı geliştirelim, rüzgardan mı yararlanalım, nükleer santral mı kuralım; enerji politikamız ne olmalıdır, ODTÜ bize söyleyebilir mi? Sanayide mikroekonomik yapısal reformlar ve rasyonalizasyon sorunlarımız var mıdır, ne ölçüde vardır, ne yapmalıyız; ODTÜ yardımcı olabilir mi? Kürt meselesinin boyutları nelerdir, bununla ilgili hangi muhtemel senaryo ve seçenekleri düşünmemiz gerekir; ODTÜ’nün sosyal bilimcileri bunları tartışarak bize yol gösterirler mi? İstanbul forumunda Sayın Behruz Çinici Ankara’da belediyenin sürdürdüğü kent katliamını acı acı dile getirdi; acaba bizim Mimarlık Fakültemizin bu konuda Ankaralılara söyleyecek sözü var mı? Bu listeyi uzmanlık alanınıza göre istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Bu tür sorulara cevaplarımız var mı ve bize bu konularda danışan oluyor mu? Bu sorulara biz cevap aramıyorsak kim arayacak ve bizim işimiz nedir? Ben Endüstri Mühendisliği bölümündeyim. Bu bölüm, diyelim ki Ankara yöresindeki imalat sanayiinin profili ve yapısı nedir, uygulamaları nasıldır, bu firmaların neye ihtiyaçları vardır, üniversite ne yapabilir diye merak etmez mi? Ama etmiyor; zira etmesini gerektiren düzenlemeler veya teşvik eden koşullar mevcut değil. Kısacası ODTÜ’deki araştırma gayretlerini küçümsüyor değilim, ama yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. ODTÜ’nün araştırma yönelimi toplum pratiğinden bütünüyle kopuk olmasa bile aradaki ilişki çok zayıf kalmıştır. ODTÜ’nün kayda değer bir araştırma politikası olduğu söylenemez. ‘Biz her konu ile ilgileniriz, öğretim üyesi seçiminde özgürdür’ demek aslında bizim bir tercihimiz yoktur anlamına gelir. Böyle yaparak toplumun sorunlarına sahip çıkamazsınız. Sorunlardan bağımsız olarak üretilen bilginin değeri ise işte bugün olduğu kadar olur, daha fazla değil. ODTÜ’nün bu bağlamda işlediği önemli bir hata bilimsel araştırma sorumluluğunu adeta tek tek öğretim üyelerine havale etmek oldu. Kaliteyi yükselteceğiz diye öğretim üyelerinin ensesinde boza pişirerek işi puan saymaya döktük. Araştırma politikamızın asli unsurunu ne yazık ki puan biriktirme motivasyonu oluşturuyor. Terfi ve atama sistemimiz amaca hizmet etmekten çıktı. Puan biriktirmek için yapılan araştırmadan ne kadar hayır beklenebilir? Genç arkadaşlar en verimli yıllarında çalışmalarını planlarken bilimsel bir programın gereği yerine puan piyasasından gelen sinyalleri gözetmeye zorlanıyorlar. Yapılan yayının içeriğine ciddi biçimde bakan kalmış mıdır? Araştırma böyle mi teşvik edilir, evrensel bilgi böyle mi üretilir? ODTÜ 50 yılda sürdürdüğü araştırma faaliyetlerinin bir muhasebesini yapmayı, bu çalışmaların bir bütün olarak ne gibi bir anlam ve ehemmiyet arzettiğini sorgulamayı; buradan gelecek için politikalar üretmeyi hiç aklına getirmiş midir acaba? ODTÜ yönetimlerinin uygulamaya koyduğu çeşitli proje ve teşebbüsler, iyi niyet taşımanın ötesinde bu politika boşluğunu doldurma işlevini yerine getiremiyorlar. ODTÜ böyle yapmıştır da acaba başka türlü yapan var mı? İstisnalar olduğuna inanmak istiyorum ama yeni açılanlar da, farklı modeller yaratması gereken eski üniversiteler de genelde ODTÜ’nün uygulamalarını örnek alıyorlar. Köklü kurumların bir kısmı geçmişlerini inkar edip taklitçiliği benimsediler. Elbirliğiyle tekdüze, kupkuru, kısır bir üniversite sistemi yarattık başarıyla. 70 milyonluk, imparatorluk varisi bir ülke 70 yıldır hala neden bocalıyor dersiniz? Ama uluslararası yayın sıralamasında yirmili sıralara çıktık diye övünmeyi hiç ihmal etmiyoruz. Yani amacımız sadece bundan mı ibaret? Bu kadar akılsızlığa gülmek bile zor. Ve bu durumun yarattığı sonuçlar vahim noktalara ulaşıyor. Öğretim üyelerinin toplumdan soyutlanmalarını, içe dönük kısa dönemli çıkar ve amaçlara odaklanmalarını adeta teşvik ediyoruz; taklitçiliğe kapılma, kuruma yabancılaşma hız kazanıyor. Neticede bundan ODTÜ olarak övündüğümüz eğitim kalitesi de zarar görüyor. Benim gibi geçmişle bugünü kıyaslayabilecek yaşta olan herkes bunları görebilir. Şunu söylemeye çalışıyorum; terfilerde elbette kriterler tanımlanır, yayınlara bakılır. Ama personel politikası ile araştırma politikasını birbirinin yerine koyamazsınız. Politika yapmak havuç ya da sopa göstermekten ibaret değildir. ODTÜ bugüne kadar araştırma politikaları konusunda sorumluluklarını idrak ve kabul ederek önderlik görevi yapmaya hazır bir yönetim anlayışını benimsemedi. Oysa araştırma ve personel politikalarının etkili ve verimli bir yapıya kavuşturulması Türkiye’nin hiç küçümsenmeyecek entellektüel potansiyelini harekete geçirme açısından son derece önemlidir. Önemlidir ama ODTÜ’nün yetkili kurulları, örneğin ODTÜ senatosu bu konuları acaba kaç defa gündemine almıştır? Bir stratejik plan hazırladık. Bunu yaparken strateji ne demektir, stratejik plan ne işe yarar, anladığımızdan doğrusu emin değilim. Benim bildiğim, stratejik başarı taklit edilemeyeni yapmakla kazanılır; başkasının yaptığını tekrarlayarak veya reçeteler uygulayarak değil. ODTÜ’nün asıl itibarı seksenli yıllara kadar yaptıklarının üzerine inşa edilmiştir. O zamanlar ODTÜ’nün yaptığını başkaları yapamıyor, oyunun kurallarını ODTÜ tayin ediyordu. Bunu söylerken sadece üniversiteler arasındaki rekabeti kastetmiyorum; ODTÜ bütün kurumlardan farklı olmayı başarıyordu. Bu benzemezliğe şimdi “ODTÜ ruhu” falan diyoruz ama ne olduğunu hatırlayan var mı gerçekten? O benzemezliği ortaya çıkaran, o dönemde toplumun nabzını tutabilmiş olmamızdır. Bugün ise durum çok farklı; kuralları artık başkaları belirliyor. Şu veya bu üniversiteye yetişeceğiz diye sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz bir takım kıstasların peşinde adeta şuursuzca koşmaya çalışıyoruz. Yani bize dayatılan kuralları öylece kabul ederek daha başlangıçta hem yolumuzu hem de başarı şansını yitiriyoruz. Bu değerlendirmeleri yapalım ama yaparken ne ODTÜ’ye ne de kişilere haksızlık edelim. ODTÜ’yü geçmişinden koparan ve bugün içine düştüğü duruma sokan başlıca neden 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle gelen baskıcı rejim, ve rejimin yarattığı ortamdan istifade edenlerdir. Benim kuşağımdan kaç arkadaşımız faşist saldırılara maruz kaldı, üniversiteden koparıldı. O zaman kotarılan YÖK düzeni her şeyden çok, hiç şüpheniz olmasın, bugün hayal meyal hatırlanan “ODTÜ ruhunu” hedef alıyordu. Yasalar yazıldı, üniversitelere neyin önemli neyin önemsiz olduğu iyice öğretildi; öğretim üyeleri kişiliklerini yitirdiler, üniversiteler de ruhlarını. ODTÜ’nün dramı o zamandan bu yana yeniden yolunu bulacağına, dayatılan anlayışa sorgusuz sualsiz teslim olmuş olması, ve daha da vahimi o anlayışı zamanla içselleştirerek bugün ona sahip çıkmasıdır. Bu yazıda çizdiğim çerçevenin olaylara çok yukarıdan bakan soyut bir tahlil olduğunu düşünmüyorum. Aksine bütünsel bir değerlendirmeye dayanmayan program veya stratejilerin kayda değer somut faydalar üretmeyeceğine kaniyim. Mevcut koşullar altında ODTÜ’nün yapabileceği bugün yaptığıdır, daha geniş bir manevra alanı zaten yoktur diye düşünenler olabilir. Ben buna hiç inanmıyorum. Buna inanmak sadece insan olma haysiyeti ile bağdaşmaz aynı zamanda büyük bir aymazlık ve akılsızlık olur. İrade varsa çıkış yolu da vardır. ODTÜ’nün potansiyeli çok büyüktür ve onu harekete geçirmek tek tek her ODTÜlünün görevi olsa gerektir diye düşünüyorum. 50. yılın bana düşündürdükleri bunlar; umarım bir mana ifade ederler. Saygılar. Çağlar Güven Eylül 2016 |
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |