Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır. |
|
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |
ODTÜ - 50. Yıl (2) Çağlar Güven |
||
Türkiye’de modern yüksek öğrenimin Karlofça muahedesinden yaklaşık 70 yıl sonra mühendislik eğitimi ile başladığını kabul edebiliriz. Bilindiği üzere bu başlangıç zoraki bir başlangıç oldu; gemicilik, topçuluk, istihkamcılık gibi alanlarda Avrupa’dan teknoloji bilgileri transfer etmek zorundaydık. Elinden iş gelen mühendisler yetiştirmemiz gerekiyordu. Ama buna karşın felsefe, sanat, edebiyat ve hatta fen bilimlerindeki gelişmelerle pek ilgilenmiyorduk. Bu düşünceyle öyle bir karar aldık. Eğer maksat teknolojide Avrupa’yı yakalamak idiyse bu kararın çok isabetli olmadığını, hatta stratejik bir hata teşkil ettiğini zor yoldan da olsa bugüne kadar öğrenmiş olmamız gerekir. Lakin o kararın etkisinden bugün de kurtulmuş değiliz. Aslında Osmanlı döneminin sonunda ve cumhuriyetin ilk döneminde hatanın farkına varılmış olsa gerek. Nitekim Ankara Üniversitesinin kurulması, mühendislik eğitiminin uzun süre üniversite yerine ‘mühendislik mektebinde’ verilmesi gibi uygulamalar buna işaret ediyor. Ne var ki ellili yıllarda Menderes’in karayollarını geliştirme politikasıyla mühendislik iyiden iyiye öne çıktı ve bir daha dönüp geriye bakmadık; o zamandan beri teknoloji transferine öncelik verme politikası geçerliğini koruyor. En yetenekli öğrencilerimiz mühendislik bölümlerini doldurmaya devam ediyor. Bizi bu tercihi yapmaya sevkeden sebep ve zihniyeti tahlil etmek ve neticelerini değerlendirmek için ben kritik felsefeyi yol gösterici ve faydalı buluyorum. Buna göre insanların bilgi arayışlarını, yani dünyayı sorgulamalarını yönlendiren üç saik veya ihtiyaçtan sözedilebilir: (1) Tabiatı kontrol altına alma ihtiyacı ve buna cevap arayan ‘NASIL?’ veya ‘NASIL YAPMALI?’ sorusu. (2) İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleme ihtiyacı ve buna bağlı ‘NE?’ veya ‘NE YAPMALI?’ sorusu. (3) İnsanın gelişme, özgürleşme ve kendisiyle hesaplaşma ihtiyacı; yani ‘NİÇİN?’ sorusu. Kant’ın yazdığı ‘Kritik’ başlıklı üç cilt bir bakıma bu sorulara cevap arıyordu. İlk iki soru eski Yunanlılardan beri mevcut. Yunanlılara göre birinci soruya verilen cevaplar bilimsel bilgiyi (teoria); ikinciye verilen cevaplar ahlaki bilgileri (praxis) oluşturuyordu. Üçüncü soru ise daha ziyade Aydınlanma döneminden sonra önem kazandı. Bilgi arayışı bu üç farklı amaca yönelse de aranan bilgiler birbirinden bağımsız değil; insanın dünyayı sorgulama ve anlama gayreti bütünsel bir çaba olmak zorunda. Yunanlılar bunu biliyorlardı, yani bir bakıma teorinin pratikten ayrılmazlığının farkındaydılar. Yunanlılar için pratik alanda yer alan sorular; adil ve iyi bir yaşamın koşulları, ahlak, adalet ve politika gibi genelde normatif mahiyette konular ve kurumlarla ilgiliydi. Günümüzde pratikten söz edildiğinde aklımıza muhtemelen uygulamalı bilimler ve teknoloji geliyor; yani bugün teori ve pratik ayrımından söz ederken genelde bilim ve teknoloji ayrımını kastediyoruz. Eski Yunan’dan bu yana ortaya çıkan bu değişiklik bir anlam kaymasından ibaret değil, teknolojinin gelişmesi ve tüm uygulamalara hükmetmesiyle ortaya çıkan bir anlam genişlemesini de içeriyor. Yunanlılar şunu da öğrenmişler: pratikle ilgili sorunlar teori sorunlarına indirgenemez; yani insanlık pratiği bilimin tabi olduğu rasyonalizasyona tabi tutulamaz. Teorik sorgulama ile pratik sorgulamada kullanılan muhakeme yöntemlerinin birbirinden ayrı olması gerektiğini gören Aristo, -- eğer tamamen yanlış anlamadıysam -- mantığı, analitik ve diyalektik olarak iki bölüme ayırdı. Yani bilim analitik yöntemle, pratik ise diyalektik yöntemle ilerleyecekti. Örneğin diyalektikte ispat mümkün değildi. Kısacası Yunanlılar toplumsal pratiğin konusu olan siyaset, ahlak, ve hukuk gibi alanların; teoride, yani bilimde geçerli olan yöntemlerle sorgulanamayacağını keşfetmişler. Anladığım kadarıyla bu, moderniteyle birlikte unutulmaya yüz tutan, ancak aslında çok önemli bir kavrayıştır. Aydınlanma ile birlikte birçok şey değişmeye başladı. Bizi ilgilendiren en önemli değişiklik zannımca şudur: Uygulamalı bilimlerin yükselmesiyle teknolojinin büyük bir güç olarak ortaya çıkması, yani bilimsel uygulamaların tüm pratik alanı derinden etkilemesi ve bu alanda hareket kabiliyetini gitgide sınırlandırması. Yunanlıların pratik sorunlar olarak sınıflandırdıkları sorunlar giderek bilimsel bilginin uygulanmasıyla ortaya çıkan teknoloji sorunlarına dönüşür hale geldi. O kadar ki bugün pratik alan denildiğinde münhasıran teknolojiyi düşünüyoruz; pratik sorunların aslında ve öncelikle ahlaki sorunlar olduğunu unutur olduk. Ya da şöyle söyleyebiliriz: bilimsel uygulamaların her şeyden önce ahlaki sonuçlar doğurduğunu unutmamak gerekir. Bu önermeyi biraz daha açabiliriz. Halen egemen olan pozitivist bilim anlayışı, bilimin tercihler ve değer yargılarından etkilenmeyen objektif bir platformda cereyan ettiğini ileri sürer. Dolayısıyla pozitivizm, ilk bakışta Yunanlıların işaret ettiği teori ve pratik ayrılığını korumaya çalışır gibidir. Oysa ortaya çıkan durum bundan daha karışıktır. Bir defa teknolojideki baş döndürücü gelişmeler pratik alana ait tercihlerin, gün geçtikçe ve çoğu kez sözde-bilimsel mülahazalarla pratik alan dışında kararlaştırılmasına yol açıyor. Öyle ki, bilim ve teknolojideki gelişmelerin, toplumsal tercih ve değer yargılarını ister istemez bilim alanına taşıyacağı adeta bilmezden gelinerek, sözde kalan bir teori ve pratik ayrılığının, teorinin pratik alana tecavüzünü maskelemek amacıyla kullanılmaya başladığı da söylenebilir. ‘Müsbet ilimler’, kimi zaman iddia edildiği gibi kişisel tercihlerden ve değer yargılarından bağımsız yani objektif olamaz. İnsan yaşamının bir bütün olduğu ve değişik kulvarlarda biribirinden ilintisiz süreçler halinde akıp gidemeyeceğini unutmamalıyız. Bu böyle ise, objektivite de pozitivizmin iddiasının aksine insandan ve toplum pratiğinden bağımsız biçimde tanımlanamaz; yani objektivitenin şartları istesek de istemesek de sosyal muvafakata tabidir. Ne var ki bütün bu itirazlar muvacehesinde daha gerçekçi ve eleştirici bir yöntemin ortaya çıkması beklenirken çoğu zaman uygulamada hala tekdüze pozitivist anlayışın geçerli olduğunu görebiliriz. Sebebi ne olursa olsun bilinçsiz, yani eleştiriden yoksun bu yaklaşımın sonucu, bilimsel çalışmanın anlamını yitirmiş bir objektivite anlayışına sığınarak kendisini pratikten ayrı telakki etmesi ve bu sözde ayrılıktan doğal olarak yararlanmak isteyecek güçlere ve sistemlere alet olma durumuna düşmesidir. Pozitivist yöntemin yanılmazlığı ve yansızlığı iddialarina inanan bir araştırmacıyı az bir zorlamayla bir otomatona benzetebiliriz. Yaptığı işten kuşku duymayan herkes aslında bir otomatondur; yani nasıl davranacağı önceden bilinebilir. Bu durum bilimsel araştırma sürecinin yer aldığı geniş çevre içinde müesses güç ve iktidar ilişkileri açısından son derece önemli ve elverişli fırsatlar hazırlar. Geniş çevrede yer alan şeyin aslında tüm insanlık pratiği olduğu, bilimsel sorgulamanın o pratiğin sadece bir parçasını oluşturduğu görmezden gelinir. Kudret sahiplerinin, yerleşik düzeni dünyanın doğal düzeni olarak göstermek için izleyecekleri en etkili yöntem o düzenin dinamik ve kurallarının, bilimi bilim olmayandan ayıran çizginin bilim tarafinda yer aldığına, yani o dinamiklerin değer yargılarından masun olduğuna bilim adamını inandırmaktır. O zaman bilim adamı objektivite illüzyonu içinde, yani tarafsızlık ve saygınlığını korumakta olduğu ve tarafsız bilim adına konuştuğu zannıyla, aslında düzene (yani büyük harfle Sisteme) hizmet eden bir otomatona dönüştürülebilir. Araştırma gündemini önüne koyar, hedefi işaret eder, düğmeye basarsınız. Böylece Sistem daha da pekişir. Bunun en bilinen yöntemi de bilimle uğraşanları, ‘NE YAPMALI?’ sorusuna cevabın ‘zaten verilmiş’ olduğuna ikna etmek, onları ‘NASIL YAPMALI?’ sorusuna yöneltmektir. Bu arada bilim pratiği de soysuzlaşmış olacaktır ama Sistemin böyle sakıncalarla uğraşacak uzgörüsü ve sabrı yoktur. Deneysel bilimlerin yükselmesiyle ‘NASIL?’ sorusunun günümüz teknoekonomik üretim sistemini yarattığını görüyoruz. Maddi üretimin tartışılmaz ölçüde ağırlık kazanmasıyla 20. yüzyılda diğer bütün sorular adeta gündemden düştü. Üretim ve buna bağlı olarak para ve mülkiyet mantığının geçerli olduğu zemini, oyun kuramında tanımlandığı gibi bir “stratejik alan”olarak betimleyebiliriz. Kritik teori düşünürleri stratejik alanın teknolojideki gelişmelerle beslenerek bütün insanlık pratiğini stratejik mantığa tutsak ettiğini söylüyorlar. Bu mantığın ürettiği sistem ise, ‘sistem işliyor’ derken kastedilen Sistem oluyor. Yani Sistem; para, mülkiyet, üretim ve iktidar ilişkilerinin yer aldığı ve strateji mantığına göre kıymeti harbiyesi olan yegane platformdur. Öyle ki inanç, duygu ve kültürel değerler gibi, rahatça ve sorgulamadan kabul ettiğimiz ve yaşamımıza anlam kazandıran bütün unsurlar -- kritik teoride tanımlanan “yaşam dünyamız” -- teknik ihtiyaçların buyruğuna boyun eğiyor; bütün kültürel, toplumsal ve psikolojik ihtiyaçlar bastırılarak arka plana itiliyor. Bundan çıkan sonucu şöyle özetleyebiliriz: Sistem, insanlık pratiğini kabul edilmez sınırlar içine hapsederek, veya bu pratiğin yer aldığı tüm diğer alanları istila ederek aydınlanma hareketinin başlattığı modernite projesini bugün içinde bulunduğu çıkmaza sürükleyen başlıca amildir. Toplumsal gelişmenin bürokratik ve teknokratik bir rasyonalin kapanına sıkıştığı ortada; örneğin kalkınma kavramı çoktandır yerini büyüme kavramına terketti. Yani insanların yaşam dünyası saldırıya uğramış ve bu nedenle de aydınlanma projesi akim kalma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Aydınlanma düşünürleri işin buraya varacağını bilemezlerdi ama modernite artık Sistem ile neredeyse eşanlamlıdır. Kararlar Sistem tarafından ‘zaten alınmış’ durumdadır, artık üzerinde düşünülecek birşey yoktur. Bir başka deyişle kararların ‘işin mantığına göre alınması’ gerekmektedir. En çok da bilimsellik ve profesyonellik iddiası ile. Tekrar etmek gerekirse kurulu düzenin en büyük çabası bu düzenin ortodoksisine bizleri inandırmak, bunun için de düzenin insan topluluklarının iç dinamiklerinin kaçınılmaz sonucu olduğuna dair bilimi şahit göstermektir. Bilimin ne olduğundan bihaber olanlar her zaman ezici çoğunluğu oluşturduğundan Sistem bu ikna işinde çok başarılıdır. İnsani tercihleri tüketim tercihlerine, toplumsal ilişkileri piyasa mübadelelerine indirgeyerek bütün diyalog imkanlarını da kendi tekeli altına almayı hedefler. Bu gelişmeler sonunda toplum yaşamını doğrudan etkileyen önemli - yani pratik alanda alınması gereken ve ‘NE YAPMALI?’ sorusunun cevabını oluşturacak olan kararların, bu kararları alma yetkisini deyim yerindeyse gasp eden uzmanlarca alınan antidemokratik bir aşamaya ulaştık. Örneklerini hergün ve her alanda görebilirsiniz; öyle ki yetki gaspının kurumsallaştırılmasına dahi şahit oluyoruz. Birçok alanda karar yetkisinin toplumdan ve siyasi otoriteden koparılarak “üst kurullara” havale edilmesi bunun örneğidir. Denetleme hakkının siyasetin elinden alınarak "tarafsız ve uzman, teknik" kurullara teslim edilmesi dayatılmaktadır. Yani deniliyor ki ekonominin siyasetten bağımsız olan ve mutlaka uyulması gereken kuralları vardır; bu kuralların harfiyen üst kurulların tüzüğüne yerleştirilmesi ve artık hiç sorgulanmaması gerekir. Özetle, insanlık pratiğinin yer aldığı bir kısım alanlar insan sorgulamasına tabi olmamalıdır deniliyor. İşin daha vahimi, bu uygulama ekonomi biliminin işaret ettiği bir gereklilikmiş gibi sunuluyor. İşlerin buraya varmasının başlıca nedeni kapitalizmin, sermaye birikim sürecini teminat altına alma endişesi olsa gerek. Kapitalizm bu uğurda bilimi kendi yanına almak, bilimsel-teknolojik gerekçeler kisvesi altında kendi hedeflerini kabul ettirebilmek için her şeyi yapar ve yapıyor. Kapitalizmin iddia edilenin aksine, demokrasi ile bağdaşması artık çok zor, belki de imkansızdır. Gerek bilimin gerek toplumsal pratiğin karşı karşıya olduğu; kısacası modernitenin yol açıp da çözümünü bulamadığı, çağımızın en büyük açmazı bana kalırsa budur. Meşruiyeti belirsiz bir iradenin yaşamımıza hükmetmesi, Sistemin tahakkümünü insanlara dayatmasıdır. Küreselleşen dünyaya bakarsak Sistemin ayrım yapmadığını görüyoruz; yaşam alanının maruz kaldığı baskılar yoksul ülkelerde olduğu kadar zengin ülkelerde de var. Zengin ülkelerin aydınları durumdan habersiz değiller; dile getirilen endişeler kamuoyunun gündeminde yer buluyor, tartışılyor. Bu ülkelerdeki hakim görüş, halen Sistemin “eşyanın tabiatı gereği” olduğu, yani modernizasyon projesinin alternatifi bulunmadığı yönündeymiş gibi görünüyor. Örneğin AB’nin Kopenhag kriterlerine bu zihniyet hakimdir; kriterleri yazanlar koskoca bir toplumun önüne set çekmeyi bir uygarlık projesi zannetmişler. Bununla beraber zengin batı ülkelerinde var olan fikrî derinlik şüpheye de yer bırakıyor. Bunun bir tezahürünü örneğin AB’nin anayasa tartışmalarında görebiliriz. Sistemin şüphe celbetmesi anlaşılabilir bir sonuçtur. Hakim zihniyetin dünyayı içine soktuğu durum sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. Siyasi ihtilaflar, savaşlar, terör olayları, yükselen milliyetçilik, bölücülük, bölgecilik, eşitsizlik, haksızlık, istismar, yolsuzluk, tekelleşme, çevre katliamı, global ısınma, çölleşme vb. sorunlar bu zihniyetin ürünüdür. Modernleşme sürecinin çıkmaza girmesine yol açan zihniyet bütün kurumları olduğu kadar üniversiteleri de etkisi altına alıyor. Tüm dünyada üniversiteler değişim sıkıntıları içindeler. Uzun tecrübeler sonunda yerleşmiş düzenlemeler, kurallar, değerler ve politikalar yerini sanki tekdüze bir “piyasa” mantığına terkediyor. Sistemin yarattığı eşitsizlik ve hastalıklardan zarar görenlerin talepleriyle bunalan siyasi iktidarlar da çözümü piyasaya havale etmek gibi sonucu iyi hesaplanmamış ama kolaycı politikalara sarılmış durumdalar. Bütün bunların nasıl bir faturaya dönüşeceği apayrı bir konu; ve aklı eren ülkelerde bununla ilgili tartışma sona ermiş değil. Bizdeki siyasi kadroların bu değerlendirmeleri yapabilecek kapasitesi yok; düşünce hayatına yön verecek üniversiteler ise zaten bizatihi bu sorunları yaratan zihniyete teslim olmuş durumdalar. Birinci mesajda yer verdiğim görüşlerin arkasında bu çözümlemeler yer alıyor. Saygılar. Çağlar Güven Eylül 2016 |
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |