Kıskançlık
Mesajın sonundaki profiterolle ilgili yazı kardeşimden geldi, ben de listeye gönderme isteğiyle hemen klavyeye yapışınca, "neden gönderiyorum?" diye düşündüm. Bir kez daha hikayeyi okumaya başlayınca bunun kıskançlıktan kaynaklandığını anladım. Kıskandım çünkü hiç böyle bir
"ürün" icad edip geriye bırakmışlığım yok. Tümüyle bana ait olan ürünler var ama - değil ben ölmeden önce- birkaç yıla kadar hepsi yok olup gidecekler.
Oldum olası hayran olduğum iki meslek var: Bahçıvanlık ve fırıncılık. Bu ikisini de kendi mesleğimden daha çok seviyorum. Biliyorum, mesleğe ihanet bu ama elimde değil. Bu meslekleri (veya bunların türevlerini) icra eden insanlar "kendilerini gerçekleme" şansına herkesten daha fazla sahipler. Ürünlerine elle dokunulabilir. Nefis kokular yayarlar. Görüntüleri hep gülümsetir, hiçbir olumsuzluğu çağrıştırmaz. Tadı olan nesnelerle uğraşırlar. Hatta seslerini bile duyabilirsiniz. Hepsinden önemlisi en olmadık zamanlarda bile bu ürünlere sahip olmak isteriz. İster savaş olsun, ister barış, hep ihtiyaç duyulan insanlardır fırıncılar ve bahçıvanlar. Kolay mı aç kalmak. Kolay mı doğadan kopuk yaşamak. Herkes biraz bahçıvan biraz da fırıncı değil midir hem? Doğululuk
Bunları yazarken aklıma, geçenlerde Murat'ın gönderdiği cevap geldi. Oturup, "hiç de doğulu gibi hissetmiyorum kendimi; hiç de doğulu, uzak yabancı bir kültürün söylemini düşünerek yazmadım bunları" diyecektim. "Üstelik derdim dokunaklı bir yazı yazmak ve birilerinin bana katılmasını sağlamak değildi." diye de ekleyecektim. Dahası yazısının ortalarına doğru buralardaki EM'lerin başkalarının yaptıklarını oradan alıp buraya satanlar olduğunu, ele avuca gelir bir şey üretmediğini, oysa kendisi gibi EM yapanların dünyada geniş anlamda neler olup bittiğini, hatta globalleşmenin özünü, mantığını içinde
yaşayarak algıladığını söylediği bölümlere de alınganlık gösterip uzun uzun cevap yazacaktım. Sonra vazgeçtim. Şimdi buraya kadar yazdıklarıma bakıyorum ve diyorum ki: Murat, kelimenin tam anlamıyla haklısın.
Birincisi ben bir doğuluyum. Fırıncıyla bahçıvana özenen adamdan batılı çıkmaz. Üstelik, eskiden isterdim ama artık batılı olma istediğim de yok. En azından
şu yazıya baksana, her yerinden lime lime Atatürk'ün bir türlü bizleri içinden çekip çıkartamadığı -her ne kadar sana yabancı gelse de tanış olduğun- doğululuk akıyor. Armut dibine düşermiş, Atatürk bunu bilir miydi acaba? Umurumda bile değil
onun neyi bilip neyi bilmediği. Şu anda umurumda olan tek şey kendimi süpermarketin eziciliği karşısındaki bakkala benzetmem (yine duygulu bir cümle ama valla böyle hissediyorum, yalan söyleyecek halim yok a). "Fırıncıyla bahçıvanın global olma isteği nerede görülmüş?" diye soracak
oldum, aklıma McDonald's, Coca Cola, Pepsi Cola ve daha bilcümlesi geldi. Vazgeçtim, sormayacağım çünkü cevabı var. Yine kayaya tosladık. Her ne kadar
sen "Foça'nın yerel balıkçılarını" (fırıncıların bir türevidirler hepsi hepsi) özlediğini, dünyanın öbür ucunda bile aklından çıkmadıklarını söylesen de bunu tekrarlamak yazdıklarına bir cevap olmaz. Büyümeyen
Bakkal
Artık "yaşamın farklı formlarından" bahsetmenin ne yeri ne de zamanı. Globalleşme denen
o süpermarket azmanının karşısında yerel bakkal kılıklı balıkçıların lafı
mı olur. Foça'nın balığını, Rize'nin mısır ekmeğini tüm dünyaya yalatıp yutturmayı aklından dahi geçirmeyen insanların bu dünyada esamisi mi okunur. Elbet okunmaz, bundan sonra da okunmayacak. Bunları bile bile hala canım fırıncılığı çekiyor. Çocukluğumdan beri aklımı kurcalayan bir soru vardır: Neden bakkallar ve benzeri işler yapanlar durmadan para kazanıp kar etmelerine rağmen işlerini büyütmeyi düşünmezler? Halbuki ben olsam paraları biriktirir biriktirir sonra yeter büyüklüğe geldiği zaman ya bir yenisini açar ya da daha büyük bir yer tutup alan genişletirdim. Bir defasında bir türlü cevabını bulamadığım bu soruyu babama sordum "böyle bir hırsları yok oğlum, kazandıklarını çoluk çocuklarıyla birlikte yemek yetiyor onlara, üstelik daha büyüğünü düşünecek eğitime de sahip değiller" demişti. Ne hırsı olmamayı ne de yeter eğitime sahip olmamaktan dolayı daha büyüğünü düşünememeyi tam tamına anlayamamıştım. Anladığım tek şey, bunun böylece sürüp gideceğiydi. EM
Oysa ben ciddi ciddi, akar sağlandıktan sonra bir iş nasıl büyütülür bunun hesaplarını yapardım. Yok, para kazanmak adına değil, sadece bir şeyleri küçükten başlatıp büyütmenin doyumunu yaşamak adına. Bununla ilgili sürüsüne sepet tekniği öğreneceğim, dahası bakkalla bahçıvandan farklı işlerin de varlığını bilebileceğim bir meslek seçtim. Gittim, endüstri mühendisi
oldum. Sonuç? Doyumsuzluk, alabildiğine doyumsuzluk. Üretiyorum, üretiyorum ama hep başkalarına. Üstelik ürettiklerimin hiçbirisinin tadına bakılamıyor, koklanamıyor, dokunulmuyor.... Doyum
ve Dokunmak
Desmond Morris diye bir adam var, "sevmek dokunmaktır" diyor, iste benimki tam
onun dediği gibi. Bu isteğim doğulu oluşumdan mı yoksa insan oluşumdan mı bilemiyorum (Morris'e bakılırsa bu doğrudan insan olmakla ilgili), bildiğim tek şey ele avuca gelir bir şey üretmek için delirdiğim. Bundan önceki işimin son zamanlarıydı; tanıdığım EM'lerin "bize öğretildiği şekilde EM'lik yapamıyoruz" diye mızlanıp durdukları benim ise değil öğrendiklerim, üniversitede öğrenmediklerimi bile çatır çatır kullandığım, günde en az 12 saat (net) "komando EM" olarak çalıştığım zamanlar... İşte deminden beri bahsettiğim bu düşünceye (belki buna doğulu diliyle duygu demek daha doğru olur) o sıralarda saplandım. Üretim hattındaki işçiler elle dokunulur şeyler üretiyorlar, yaşadıkları doyum fazla geliyor paylaşacak birilerini arıyorlar. Bakım-onarım birimindekiler çalışmayan bir makineyi çalışır hale getiriyorlar ya da duruma göre ihtiyaç duyulan bir aleti tasarlayıp atölyede yapıyorlar, doyumları doruklarda. Ama ilginçtir planlı bakım bu bahsettiğimin dışında çünkü bir şey bozulup da onarılmadıkça gerçekten bir şey yaptıklarını hissedemediklerinden mıdır nedir planlı bakımdan zerre kadar hoşlanmıyorlar. Bir de idari bölümler dediğimiz muhasebe, personel, satın alma gibi birimlerde çalışanlar var. Bunların yüzünde doyumun zerresini okuyamazsın. Sürekli şikayet edecek bir şey bulurlar, sürekli mutsuzlar ve bir de nedenini o zamanlar aklımın pek almadığı ayak oyunları yapıp eğlenmeye çalışırlar. Bahçıvan
ve Aşçı
Bir bahçıvanımız, bir de 1500 kişiye yemek çıkartan (üreten demek daha doğru) yemekhanemizin baş-aşçısı var. Bu ikisinin mutluluğuna ise diyecek yok. Somurttukları vaki değil. Onlardan işleriyle ilgili bir şey iste, yeter ki iste, yapmak için deli divane olurlar. Aşçıya soracak olursan bu dünyanın gelmiş geçmiş en iyi aşçısı o. Bahçıvanın böyle bir derdi yok. Sabahtan akşama kadar çayırların, ağaçların, çiçeklerin içinde uğraşır durur. Bir kişinin çıkıp da ona neyi nasıl yapması gerektiğini - değil söylediği- söylemeye yeltendiğini görmedim. Hep gülümser. Neyse lafı uzatmayayım, sonuçta ikisi de üretmenin doyulmaz tadıyla mutlular. Ben ise planlar yapıyorum ve işliyorlar ama kimsenin haberi yok çünkü elle tutulmaz. Hesaplar yapıyorum ve bu hesaplara göre tüm yönetim seviyelerinde bir alay karar veriliyor ama kimsenin bu bilgi olmazsa işlerin gerçekten böyle gidip gitmeyeceğinden haberi yok. Belki var da fazla para istemeye kalkarım diye seslerini çıkartmıyorlar (bizim buralarda biti kanlanan adama pek iyi gözle bakılmaz). Hatta ara sıra damarıma basıp kızdırmaya çalışanlar oluyor, ama Allah'tan herkesin yaptığı ise burnumu sokmak asli görevim olduğu için ne yaptıklarını iyi biliyorum ve damarıma basmaya çalışanın sinirlerini eline verip gönderiyorum. Profesyonel
Aziz Nesin "herkes okuma yazmayı bildiği için yazar olabileceğini zanneder ve yazarlığı küçümser" diye tanımlar yaptığı işin temel zorluklarından birini; benim zorluklarımdan bir tanesi (belki de en temel olanı) böyleydi, herkes toplama çıkartma yapmayı ve üretim teknolojisini bildiğinden planlamayı ve kontrolü EM'ler olmasa da yapabileceğini zannederdi. Övdükleri yanım (haklarını yememek lazım bunu yaparlardı) çalışma enerjim ve yaratıcı çözüm bulmamdı ama o yaratıcı çözümlerin aslında aldığım eğitimden kaynaklandığını bir türlü kabullenemezler, bunu benim yeteneğime yorarlardı. Ben ise kendimi mesleğin komandosu gibi gördüğümden sürekli tersini anlatmaya çalışırdım, tecrübesizlik iste; çok sonraları profesyonel olmayı öğrenmeye başladım (o zamanlar "profesyonel" kelimesi her geçtiğinde aklıma "profesyonel katiller" gelirdi). Bir gün o zamanlar kendisine bağlı çalıştığım müdüre (ODTÜ Makine Mühendisliği bölümü mezunu EM'de master yapmış, benden 10 yaş büyük, gerçek bir profesyoneldi) bizim çalıştığımız gibi çalışmanın bir türlü doyum getirmediğini anlattım. Mühendis milletinin fırıncıyla bahçıvan gibi doyum bulmasının asla ama asla mümkün olmadığını söylediğim andaki gülümseyişini ve "gözünü sevdiğiminin ODTÜ'sü, hakikaten adam yetiştiriyor" dediğini hiç unutmuyorum (galiba bir bu övgüyü aldığımda ruhum azıcık doymuştu). Hayalleri
Süsleyen İşler
Şunca yıldır bir çok üniversite mezunu insanla tanıştım (çoğu mühendis), ezici bir çoğunluğunun hayalini süsleyen iş ya bir lokanta, ya bir kafe, ya bir bar ya da bir kitapçı dükkanı açıp mızıl mızıl, keyifle hayatını sürdürmek. İçlerinde "ben bu dünyaya yeni, benden önce yapılmamış bir şey bırakıp gitmek istiyorum" diyenine hemen hiç rastlamadım. Niye? Niye herkes fırıncı olmak istiyor buralarda? Dünyanın başka yerlerinde de böyle midir? Yoksa sadece bu istek "biz "doğululara" mı ait? Patent
Tamer Özel "ABD: Madalyonun Öbür Yüzü" isimli kitabında diyor ki: "Araştırma-Geliştirme (AR-GE) faaliyetlerinin somut göstergesi o faaliyetler sonunda alınmış olan patentlerdir. Türkiye'de patent kanunu 1879 yılında çıkarılmış, o günden bugüne (1992) Türkiye'de yaklaşık 25,000 patent tescil edilmiştir. Bu patentlerin de yaklaşık 21,000'ını yabancılar tescil ettirmişlerdir. Bu topraklar üzerinde yaşamış ve yaşamakta olanlar -yaklaşık- 110 yılda -yaklaşık - 4,000 patent alabilmişlerdir (üstelik patent kanunu ABD'deki gibi olsaydı, bu patentlerin hemen hemen hepsine, yeni olmadıklarından, patent dahi verilmezdi). Amerika Birleşik Devletleri'nde halen haftada yaklaşık 1,800 (bin sekiz yüz) patent tescil edilmektedir. Bu patentlerin de yaklaşık %80'ini üniversite ve şirketlerin AR-GE birimleri almaktadır. Türkiye'de - yaklaşık- 110 yılda alınan patent sayısı Amerika Birleşik Devletleri'nde yaklaşık yirmi günde alınan patent sayısı kadardır. Yaklaşık 4,000 patentin hepsinin üniversitelerin araştırma faaliyetleri sonunda alınmış olduğu varsayılsa bile Türkiye'nin dünyadaki bilimsel sıralamada niye 40'lardan sonra geldiği görülebilir...." Biz, "bilgi işlem sektörü alemindeki" aracı konumunda olmayıp, her şeyi kendilerine ait ürünler ortaya koyup, sonra da bunu satma sevdasına düşen, dünyada daha geniş anlamda neler olup bittiğini, globalleşmenin özünü, mantığını dışarıdan bakarak anlamaya çalışan saf EM'ler daha önceden Tamer Özel'in yazdığı gerçekleri bilseydik yine de ve inadına yaptığımız işlere kalkışır
mıydık? Komik ama cevabı kocaman bir "Evet". Niye mi? Basit; "Doğulu olduğumuzdan". Anlaması çok mu zor? Ama değil mı ki batılılar bunu anlasalardı doğulu olurlardı. Kimin
İşi Kolay ya da Nereye?
Osman Hoca'nın işi zor ha? Kiminki kolaydı ki "burada". Şikayet mı bu söylediklerim? Hayır. Durum belirlemesi. Niye mı anlatıyorum? Bir yerlere şerh düşmek için. Kardeşimin gönderdiği yazı bu günlerde Türkiye'nin gerçeklerine ters düşüyor olsa da, münferit bir vaka olsa da, yapanın adi bir batılıya ait olsa da aşağıya ekleyeceğim. Bir umut iste, belki "bu topraklarda" bir gün çok sayıda mühendis de çıkıp "icatçı fırıncılık" yapar, şu aşağıda hikayesi anlatılan profiterol gibi bir yiyeceği icat eder, kitaplara geçer öldüğünde geriye "doğulu" insanları mutlu eden bir "şey" bırakır. Belki yeni mühendisler profiterolün kısa hikayesinden sonra inadına, doğulu olarak, buralarda kalarak, patent ofisinin
başını ağrıtacak bir şey yapmak isterler. Hem o zaman "bilmiş, edepsiz, provokatör, ucuz aydınlar"ın yoğunluğu da azalabilir. O günler bir gelirse, benim gibi dokunaklı yazı yazanların sayısı azalır, herkes düşündüğünü olduğu gibi söyleme ve savunma hakkını üretme gücünde bulur. Birileri çıkıp "bay/bayan A'yı anlamaya çalışıp onu takip edelim" de diyemez, "liderini bil" oyunu oynamaya da gerek kalmaz. Kimse kimseyi zayıf noktalarından tutup başka topraklara da sürükleyemez. ------------------------------------------------------ Kaynak: Her Sözcüğün Bir Öyküsü Var -- Önder Şenyapılı Türkiye'ye 15 yaşında iken gelen, 1910 Arnavutluk doğumlu Luca Zgonidis,
babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlar. Mesleğinin
inceliklerini Tokatlıyan ve Park Otel'de öğrenir. Sonra dört ortak,
Tepebaşı'nda bir yapının bodrum katında pastacılık yapmaya başlarlar. Ve bir
pastacı dükkanı açmaya karar verirler iki ortak. 1940'ların parasıyla 45 bin
TL hava parası vererek İstiklal Caddesindeki İnci Pastanesi'nin bulunduğu
mekanı tutarlar. Dolar, o sırada 38 kuruştur.
"İlk günler çok zorluk çektik. Ancak ucu ucuna kurtarıyorduk. Doğru dürüst
kar yoktu yani. Kendim bir şey icat edip, bir de isim uydurunca çok iyi
tuttu. Anlayacağınız profiterolün kendisi de, adı da uydurmaca" diye
anlatmıştır 1996'da bir gazeteciye Luka Bey. (Fatih Türkmenoğlu: 'Bay
Profiterol', Yeni Yüzyıl, 24 Mart 1996.) ----------------------------------------------------------
Refik Ayata '88
3 Ekim 2001
|