Sevgili Tamer, (Bu metni sana hitaben yazmıştım ama gözden
geçirirken Nezih'in "challenge"ı geldi. Bilmem artık Nezih'in
ihtiyacını karşılar mı?)
Öncelikle, "bilgisayar muazzam bir eğitim potansiyeli" taşır
derken neyi kastettiğimi özetleyeyim (özetleyince derdimi ne kadar
anlatabilirim, onu da bilmiyorum ya). Bilgisayar, mesela, çok
çeşitli laboratuvarların "hepsini birden", bir tek cihaz
yatırımıyla simüle edebilir. Ayrıca bilgisayar, laboratuvarlarda
gerçekleştirilemeyen deneylerin (mesela nükleer füzyonun ya da
"Big Bang"in) filan da simüle edilebilmesini sağlar. Bu yolla
sağlanabilecek "etkileşim"in ya da "yaparak öğrenme"nin, öğretimde
çok etkili olduğu hususunda yaygın bir mutabakat vardır.
İkincisi, bilgisayar öğrenmeyi kişiselleştirir. Mevcut "okul
teknolojisi", öğrencilerin "ortalama"sına hitap ettiğini iddia
eder. Gerçekten hitap edilen bir ortalamanın var olduğunu kabul
etsek bile, bu ortalamanın altındakiler öğrenemedikleri,
üstündekiler ise vakit kaybettikleri için zarara uğrarlar. Ayrıca
her öğrencinin, aynı konuyu öğrenmesinde yardımcı olabilecek
unsurlar da aynı olmayabilir. Kimileri herşeyi, kronolojik sıraya
sokulduğunda daha kolay öğrenir mesela. Başkaları ise görsel
faktörlerden daha çok etkilenir. Vs. "Kişiselleştirilmiş" bir
öğretim, ancak bilgisayarın doğru dürüst kullanılmasıyla
gerçekleştirilebilir.
Üçüncüsü, bilgisayar yorulmadan, yine kişiselleştirilmiş "drill
and practice" imkanı sağlar.
Bilgisayarın öğretim sürecinde sağlayabileceği faydalar bunlardan
ibaret olmasa da (mesela Internet, öğrenci-öğrenci ve
öğrenci-öğretici etkileşiminden kütüphane araştırmalarına kadar
çok ekstra katkılar sağlar), umarım inandırıcı olacak bir çerçeve
çizmişimdir. Bugün bilgisayarın bir eğitim aracı olarak
kullanılması uygulamalarında, bilgisayarın bu imkanlarının sonuna
kadar kullanıldığını iddia etmek mümkün değil. Ama bu anlamda
çeşitli denemeler yapılmadıkça da, daha etkili sistemler ve
"courseware"ler geliştirmek mümkün değil.
Bilgisayarın bir eğitim aracı olarak kullanılması çabaları taa
1960lara kadar, bilgisayarların daha monitörleri filan olmadığı
dönemlere kadar gider. Kişisel bilgisayarların ortaya çıkmasından
kısa bir süre sonra İngiltere, geniş öğrenci kitlelerine --tamamen
bu amaçla geliştirilmiş-- BBC marka bilgisayarlar sağlayarak, BDE
tarihinin en büyük deneyini gerçekleştirdi. Ancak 32 KB (hatta
belki de 16 KB, tam hatırlamıyorum) bellekleri olan bu
bilgisayarlar, PC teknolojisinin çok hızlı geliştiği bir dönemde,
kısa sürede demode oldu. Eğitim tarihi böyle yazıyor. Ama, eğer
sözkonusu bilgisayarların tasarımı sırasında, öğrenmeye katkı
sağlayacak malzemenin (software) ihtiyaçları da dikkate alınmış
olsaydı, teknoloji nereye giderse gitsin, bu cihazlar öğrenmeye
yardımcı birer araç olarak uzunca bir süre kullanılabilirdi [1].
Bana kalırsa hata, projede bütünleşik bir perspektifin yokluğundan
kaynaklanmıştır [2].
Sonra 1980lerde, kendilerine yeni pazarlar arayan donanım
firmaları, en elverişli sektörün eğitim olduğunu farkettiler ve bu
alana girdiler. Bütün dünyada eğitim, aslında --tıpkı Türkiye'de
olduğu gibi-- devletin tekelindedir. Özel okulların varlığı,
sadece yatırım tekelinin olmamasının göstergesidir. Yoksa bizim
"Talim ve Terbiye"mize tekabül eden kurumlar bütün dünyada vardır.
Ve bu kurumlar, okullarda kullanılacak her türlü malzemeyi
denetlemek fonksiyonuna sahiptir. Eğitim devlet tarafından
düzenlenir. Dolayısıyla okullara bilgisayar satmak isteyenler,
ister istemez, eğitim bürokrasisini ikna etmek zorunda kaldılar.
Ve bütün dünyada bürokrasi bu işe direndi. Hala da direnmektedir.
Bugün dünyanın hemen her ülkesinde eğitimde bilgisayardan
yararlanma amacı güttüğü öne sürülen çeşitli çalışmalar
yürütülmektedir. Ama bu işi her bakımdan bize göre çok daha
kolaylıkla yapabilecek olanlar da dahil, hiç bir ülkede yapılan
işler "işte yapıyoruz, acele etmeyin" gösterişinden öte değildir
[3].
Anladığım kadarıyla çok gençsin ve muhtemelen çocuğun yoktur.
Olsaydı, senin çocukluğunda maruz kaldığın şartların pek çoğuna
onun da maruz kalmasına katlanamazdın. Mesela Internet'i olmadan
büyümesine, siyah-beyaz televizyonlara, filan. Ama çocuğunun,
senin gittiğinden pek de farkı olmayan "okul"a gitmesine hiç
itiraz etmeyeceksin, hatta çok da gönüllü olacaksın. Kayınvaliden
çocuğuna, senin katılmadığın bir takım değer yargıları empoze
etmeye kalksa sinirleneceksin ama, okulda çocuğunun zihninin
"yeniden kurulması"na itiraz etmeyeceksin. (Bu eğilim sürerse,
üstelik, senin çocuğunun gideceği okul, senin gittiklerinden daha
düşük kaliteli olacak. Daha kalabalık sınıflarda, daha vasıfsız
öğretmenlerin eline düşecek. Yine de aklına itiraz etmek
gelmeyecek.) Çünkü, Illich'in bence bir klasik olan "Deschooling
Society"de kullandığı ifadeyle, "okul herkesi okullandırır."
Okul, Illich'e göre, eğitimin "fabrika"sıdır. Bu listede fabrika
metaforu üzerinden yaptığım tartışmaları da hatırlatarak,
diyebilirim ki, okul sadece belirli bir müfredatı aktarmakla
ideolojilendirmez insanı, aynı zamanda işleyiş tarzıyla da "tek
mümkün" işleyişin fabrika olduğunu da "öğretir". Okul "a
technology"dir, ama "the technology" olduğuna inanmamızı sağlar.
Bu sürecin sonunda çocuklarımızı okula göndermeye itiraz etmemeyi
öğrenmeyiz sadece, aynı zamanda okulun olduğu gibi kalması (başka
şeylerin de "okul gibi" olması, yani fabrikalaşması) "gerektiği"ni
de öğreniriz.
Okul, bu haliyle (yani belirli yaş grupları için mecburi olması,
standart bir müfredata sahip olması, bu müfredatın standart
"eğitim blokları"na bölünmüş olması, eğitimi belirli ortamlarda
yoğunlaştırması, öğretmenlik uzmanlık alanını tanıması, vs gibi
özellikleriyle) yaklaşık 250 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu dönem
içinde değişmeyen hiç bir şey kalmamış olmamasına rağmen, okul (ve
siyaset) değişmemiştir. Çünkü okul eleştiriden muaftır. (Sıkıntı
okulun değişmemesinden değil, çevresinin aşırı değişmiş olmasından
kaynaklanır.) Dolayısıyla dünya eğitim bürokrasilerini, okula
bilgisayarın girmesine --aktif ya da son yıllarda olduğu gibi
pasif-- direndikleri için suçlamak haksızlık olur. Daha doğru bir
deyişle, okulun okul gibi kalmak konusundaki "inertia"sını sadece
eğitim bürokrasisine maletmek haksızlık olur. Okul modern ulus
devleti ayakta tutan en temel kolondur. Aslında bir siyasi form
olarak ulus devlet, okul sayesinde var olmuştur (bu hususta
isteyen, Althusser'in "devletin ideolojik aygıtları" tasnifini
hatırlayabilir).
Senin de söz ettiğin gibi, memlekette hemen her muhabbet "her
şeyin başı eğitim azizim" ifadesiyle nihayete erer. Burada
kastedilen şey, senin müstakbel çocuğunun daha iyi matematik
bilmesi değildir. Daha uyumlu vatandaş olmasıdır. Bizim kendi
sistemimizde şikayetçi olduğumuz unsurlar, başka yerlerde de
(farklı dozlarda da olsa) vardır. Misal, Finlandiya'da
ilköğretimde okutulan bir Fen Bilgisi kitabını inceleyecek olsan,
öyle bir izlenim edinirsin ki, Finliler olmasaymış, bilim de
olmayacakmış. Okulun "iş"i budur. Ama biz genellikle "eğitim"
deyince, çeşitli bilgi ve becerilerin kazanılması sürecini
anlarız. Belki Çetin Altan'ın yaptığı tasnif işe yarar. Altan'a
göre öğretim, nasıl para kazanacağımızı öğrendiğimiz süreçtir.
Eğitimle ise, kazandığımız parayı nasıl harcayacağımızı öğreniriz.
"Her şeyin başı eğitim" derken de, genellikle, kızlar başlarını
örtmeye kalkmasınlar, kimse komünist filan olmasın, cezaevlerinde
açlık grevlerine gitmeyi akıllarına getirmesinler, sokaklara
tükürmesinler, kendilerine gazete niyetine sokuşturulan şeyleri
para verip satın alsınlar filan gibi şeyleri kastederiz. Yani asıl
kastımız, fertlerin sahip oldukları kaynakları bizim istediğimiz
gibi kullanmalarıdır. Yoksa hayatlarını kazanacak bir becerileri
olmasını filan o kadar da önemsemeyiz.
Bu anlamda bilgisayarın okula katacağı çok şey yoktur. McLuhan'a
göre medium mesajın kendisidir. Dolayısıyla bilgisayar da kendi
ideolojisini (mesela sayısallaşmayı, "sequential"lığı filan)
empoze eder. (Bu konuda benim şimdiye kadar gördüğüm en mükemmel
eleştiri, Rozsak'ın "The Cult of Information"ıdır.) Bilgisayarın
ideolojisi, modern ulus devletin ideolojisi ile tamamen aynı
kaynaktan beslenir. Dolayısıyla okulların bilgisayarlaşması,
okulun endoktrinasyon faaliyetlerini de destekleyebilir. Ama benim
asıl işaret ettiğim husus, bilgisayarın bilgi ve beceri kazandırma
konusundaki potansiyelidir.
Dünya Bankası, gördüğü ciddi bir projeye neden milyarlarca dolar
aktarabilir? Çünkü Dünya Bankası "ulus devlet"i muhafaza etmek
filan gibi motivasyonlara sahip değildir [4]. O bilgisayar
sektörünün istikbali, ticaret filan gibi hususlara daha hassastır.
Eğitim denince de aklına önce insanların ideolojilendirilmesi
değil, bilgi ve beceri kazanması gelir. Peki neden kimse bu
kaynağı görüp dururken onu alıp eğitimini ıslah etmeye kalkmaz?
Çünkü eğitim bir yandan, yukarıda işaret etmeye çalıştığım gibi,
ideolojilendirme aracıdır. Bu alanda radikal dönüşümlere yol
açabilecek her türlü gelişmeyi, daha cenin safhasındayken yok
etmek konusunda ciddi bir tecrübe birikmiştir. İkincisi eğitim,
her yerde, devasa bir sektör, bir istihdam aracıdır. Hem çok
sayıda öğretmen istihdam eder, hem de öğrencilerin "iş piyasası"na
girişini geciktirerek sistemin sigortası olarak iş görür.
Dolayısıyla, teknolojinin girişiyle ortaya çıkabilecek muhtemel
bir emek fazlası, sadece eğitim için değil, sistemin tamamı için
göze alınması zor bir risktir [5]. Ve yine bütün dünyada
öğretmenlerin vasıfları, 1960lardan bu yana trajik boyutlarda
düşmüştür. Bu, şu anlama gelir: Öğretmenleri "update" etmek, her
geçen gün zorlaşmaktadır. Yani teknolojinin sektöre girişi,
öğretmenlerin "yeniden eğitilmeleri"nin mümkün görünmemesi
yüzünden de engellenmektedir.
Dolayısıyla sistemin hemen her noktasında (ve tekrar edeyim,
sadece Türkiye'de değil, heryerde), okulun mevcut yapısına yönelik
her türlü yenileşme talebini bir tehdit olarak algılayacak
aktörler vardır. Bürokratlar, akademisyenler, öğretmenler, bir
kurum olarak "devlet", vs. Ama bence asıl önemlisi, okulun
yenileşmesine en görünmeyen fakat en etkili direnci gösterenler,
velilerdir. Hepimiz moderniz ve modernlik, bir çok başka şeyin
yanısıra, "düzen tutkusu"dur. Modernliğin düzen anlayışının
vazgeçilmez bileşeni, geleceğin öngörülebilir olmasıdır. Okul,
geleceğin de bizim bildiğimiz gibi olacağının teminatı olan en
temel kurumdu. Bugün artık bu umudu yaşatmakta bize yardımcı olan
tek ciddi kurumdur.
Umarım açıklayıcı olmuştur. Ekte, geçen yıl yayınlanan bir yazıyı
yolluyorum. Proje konusunda ise şimdiye kadar konuştuğumdan daha
çok konuşabilirim [6]. Haberiniz olsun. Öte yandan, böyle bir
projenin hayata geçirilmesinin, Türkiye ekonomisinin üzerindeki
"çarpan etkisi"nden filan da hiç söz etmedim.
[1] İtiraf etmekten utanmıyorum, bu "anlayış"ı kendim geliştirmiş
değilim. Bizim çalışmalarımızı "görmek" üzere üniversiteyi ziyaret
eden Dünya Bankası uzmanları, o dönemde misafir olarak yer
aldığımız İletişim Bilimleri Fakültesi laboratuvarının önünden
geçerken, laboratuvarın neden boş olduğunu sordular. Genellikle
dolu olduğunu, o anda boş olduğunu söyledim. Ardından da ekledim:
"Zaten artık bilgisayarlar da demode oldu." "Çok iyi işler
yapmışsınız.." dedi adamlardan biri, "..ama önce şunu öğrenmeniz
gerekir: Yazılımı olan hiç bir bilgisayar demode değildir." Bir de
anektod ekleyeyim. Aynı uzmanlar başlangıçta bize durmadan akıl
verdiler. Sonra yaptıklarımızı gördüler ve ziyaretlerini
uzattılar. Yemek saati geldi. Rektör (Büyükerşen) de yemeğe
katıldı ve izlenmimlerini sordu. Uzmanlar "Türkiye'de hiç böyle
şeyler görmedik" mealinde uzun övgüler dizdiler. BDE Birimini
birlikte kurduğumuz Fethi Şeniş araya girdi: "Biz.." dedi,
"..biliyoruz Türkiye'de en iyiyiz. Bilmediğimiz şu: Dünyadaki
uygulamalar ile kıyaslanınca neredeyiz?" Adamlar şöyle bir
duraladılar ve "Ama siz çok iyi teknoloji kullanıyorsunuz." diye
cevapladılar. Yıl 1989'du.
[2] Sözkonusu dönem İngiltere'de herşeyin tepetaklak gittiği,
İngiliz endüstrisinin hiç bir alanda rekabet edemediği bir
dönemdi. Avrupa'nın genelinde, bilgisayar yarışının ABD'ye karşı
kaybedilmiş olduğu yeni yeni idrak edilmişti ve ABD ile rekabet
edebilir gibi görünen yegane Avrupa ülkesi, hala İngiltere idi.
Zannımca sözkonusu proje eğitimi değil, İngiltere'nin bilgisayar
endüstrisini (İngiltere'nin rekabet edebilecekmiş gibi görünen tek
sektörünü) ayakta tutmak için gerçekleştirilen umutsuz bir
hamleydi.
[3] İlköğretim çağında 10 milyon çocuğu olan Türkiye, bir kaç yüz
bin öğrencisi olan, üstelik de yapılması gereken bilgisayar
yatırımı fert başına düşen gelirin makul bir parçası olan
--mesela-- Danimarka'ya ya da Norveç'e kıyasla, elbette daha zor
bir işe kalkışmak zorundadır. Yukarıda sözünü ettiğim toplantıda,
Dünya Bankası uzmanları da buna işaret ettiler ve "Bu işi
Türkiye'nin yapabileceğini neye dayanarak düşünüyorsunuz?" diye
sordular. Ben de cevaben, "Sizin işleriniz bu haliyle de yürüyor,
bizim ise geleneksel teknolojiyle problemi çözme şansımız yok."
dedim, "Bizim ihtiyacımız sizinki ile kıyaslanmayacak kadar
büyük." Bir an düşündüler ve "Haklısınız.." dediler, "..İhtiyaç
buluşların anasıdır." Yıllar sonra, ihtiyacın buluşların anası
olduğu tespitinin, ampirik olarak doğrulanmamış bir tespit
olduğunu öğrendim. Ama yine de Türkiye'nin bu işi yapabileceğini
düşünüyorum. Bir çok sebeple.. Bu arada bir kıyaslama vereyim.
Benim bu işlerle ilgilendiğim yıllarda (Zekai Baloğlu'nun TÜSİAD
için hazırladığı ve medyada küçük ölçekli bir kıyamete yol açan
"Türkiye'de Eğitim" raporunun yayınlandığı dönemdi) yaptığım bir
analize göre, Fransa'da bir çocuğun eğitimi için harcanan kaynak,
Türkiye'deki akranının eğitimi için harcananın 50 katıydı. Japonya
ya da Hollanda ile yapılan mukayeseler daha da vahim neticeler
veriyordu. Bugün herhalde oran daha da büyümüştür. O dönemde
Türkiye'nin genel bütçesinin dörtte biri eğitime harcanıyordu
(sonra bu pay düştü, ama nereye kadar, bilmiyorum). Bu hesapça,
Türkiye'nin kendi çocuklarına (Baloğlu'nun iddia ettiği yollarla)
Fransa klasında eğitim vermesi için, her yıl, genel bütçesinin
12.5 katından daha fazla (çünkü Türkiye'de sözkonusu nüfus
Fransa'dakinden daha kalablıktı) eğitim bütçesi gerekiyordu. Bense
farkın ancak teknolojinin istihdamıyla kapanabileceğini iddia eden
bir yığın yazı yazdım, bildiri sundum.
[4] Anadolu Üniversitesi'nin Açıköğretim sistemini ıslah etmek
için geliştirdiğimiz bir projeyi, bir bakanın aracılığıyla, Dünya
Bankası'nın bölgedeki en üst düzey yetkilisi olan Ajay Chibber'e
ulaştırdık. Bankanın eğitim sektörü uzmanlarına (ki aralarındaki
Türk, şimdi adını ne yazık ki hatırlamadığım bir ODTÜ EM idi) bir
brifing vermemiz istendi. Bu brifingde, bütün öğrencilerimizi (600
000 kişi, artı her yıl yaklaşık 200 000 kişi daha)
bilgisayarlaştırmak, her ilde en az bir "remote campuss" kurmak
gibi "hedef"ler dile getirdik (arada "kabaca" 2.5 milyar dolar
lafını telaffuz ettik). Aldığımız reaksiyon şu oldu: "DB artık
bina yapımı vs gibi projeleri desteklememeye karar verdi. Tam da
sizinki gibi projeler arıyoruz. Aslında MEB'e para vermek
istiyoruz ama almaya gönüllü değiller. Bunu proje haline getirin,
temas içinde olalım. Bu projenin çok şansı var." Ama üniversitenin
"iç dinamikleri", bu işi yürütmeye uygun gelmedi. Aradan bir yıl
kadar geçtikten sonra bu defa DB üst düzeyi üniversiteyi ziyarete
geldi ve projemizi beklediklerini, bizden ses çıkmayınca
kendilerinin gelmeyi uygun gördüklerini söylediler. DB aslında
eğitimde bilgisayar kullanımını en başından beri en yoğun
destekleyen örgütlerdendir. Sistematik olarak yayınlar yapar ve
sempozyumlar filan düzenler ya da düzenlenmesini destekler.
Türkiye'yi bir tür laboratuvar olarak kullanabileceklerini
akılları kesebilir.
[5] Gorz "İktisadi Aklın Eleştirisi"nde, bütün iktisadi
problemleri, günümüzde kıt olanın "iş" olduğundan hareketle
yeniden formüle etmeyi dener ki, bence çok ufuk açıcıdır. Gorz'un
yaklaşımına, eğitimin günümüzdeki en "emek-yoğun" sektör olduğu
bilgisini katarak okursanız, tablo netleşir. Türkiye'de eğitim
giderlerinin yüzde 85'i öğretmen maaşlarıdır. Başka yerlerde bu
oranlar çok değişmez.
[6] Aslında proje hazır zaten. Kışkırtıcı olan şu: Bir yerlerde
tatbik edilmiş bir "çözüm"ün ithaliyle çözülebilecek bir problem
değil bu. Dolayısıyla klasik "proje"lerden çok farklı bir
perspektif gerektiriyor. Türkiye'de en ayıp olan şeylerden biri
yani.
Sevgiler
Cemal Subject: [METU-IE-ALUMNI:6441] Re:
From: Cemalettin Nuri Tasci
Date: Mon, 29 Jul 2002 23:56:22 +0300 |