Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

Hazır Eğitim Projesi
Buraya Nereden Geldik?

Sevgili Tamer, (Bu metni sana hitaben yazmıştım ama gözden geçirirken Nezih'in "challenge"ı geldi. Bilmem artık Nezih'in ihtiyacını karşılar mı?)

Öncelikle, "bilgisayar muazzam bir eğitim potansiyeli" taşır derken neyi kastettiğimi özetleyeyim (özetleyince derdimi ne kadar anlatabilirim, onu da bilmiyorum ya). Bilgisayar, mesela, çok çeşitli laboratuvarların "hepsini birden", bir tek cihaz yatırımıyla simüle edebilir. Ayrıca bilgisayar, laboratuvarlarda gerçekleştirilemeyen deneylerin (mesela nükleer füzyonun ya da "Big Bang"in) filan da simüle edilebilmesini sağlar. Bu yolla sağlanabilecek "etkileşim"in ya da "yaparak öğrenme"nin, öğretimde çok etkili olduğu hususunda yaygın bir mutabakat vardır.

İkincisi, bilgisayar öğrenmeyi kişiselleştirir. Mevcut "okul teknolojisi", öğrencilerin "ortalama"sına hitap ettiğini iddia eder. Gerçekten hitap edilen bir ortalamanın var olduğunu kabul etsek bile, bu ortalamanın altındakiler öğrenemedikleri, üstündekiler ise vakit kaybettikleri için zarara uğrarlar. Ayrıca her öğrencinin, aynı konuyu öğrenmesinde yardımcı olabilecek unsurlar da aynı olmayabilir. Kimileri herşeyi, kronolojik sıraya sokulduğunda daha kolay öğrenir mesela. Başkaları ise görsel faktörlerden daha çok etkilenir. Vs. "Kişiselleştirilmiş" bir öğretim, ancak bilgisayarın doğru dürüst kullanılmasıyla gerçekleştirilebilir.

Üçüncüsü, bilgisayar yorulmadan, yine kişiselleştirilmiş "drill and practice" imkanı sağlar.

Bilgisayarın öğretim sürecinde sağlayabileceği faydalar bunlardan ibaret olmasa da (mesela Internet, öğrenci-öğrenci ve öğrenci-öğretici etkileşiminden kütüphane araştırmalarına kadar çok ekstra katkılar sağlar), umarım inandırıcı olacak bir çerçeve çizmişimdir. Bugün bilgisayarın bir eğitim aracı olarak kullanılması uygulamalarında, bilgisayarın bu imkanlarının sonuna kadar kullanıldığını iddia etmek mümkün değil. Ama bu anlamda çeşitli denemeler yapılmadıkça da, daha etkili sistemler ve "courseware"ler geliştirmek mümkün değil.

Bilgisayarın bir eğitim aracı olarak kullanılması çabaları taa 1960lara kadar, bilgisayarların daha monitörleri filan olmadığı dönemlere kadar gider. Kişisel bilgisayarların ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra İngiltere, geniş öğrenci kitlelerine --tamamen bu amaçla geliştirilmiş-- BBC marka bilgisayarlar sağlayarak, BDE tarihinin en büyük deneyini gerçekleştirdi. Ancak 32 KB (hatta belki de 16 KB, tam hatırlamıyorum) bellekleri olan bu bilgisayarlar, PC teknolojisinin çok hızlı geliştiği bir dönemde, kısa sürede demode oldu. Eğitim tarihi böyle yazıyor. Ama, eğer sözkonusu bilgisayarların tasarımı sırasında, öğrenmeye katkı sağlayacak malzemenin (software) ihtiyaçları da dikkate alınmış olsaydı, teknoloji nereye giderse gitsin, bu cihazlar öğrenmeye yardımcı birer araç olarak uzunca bir süre kullanılabilirdi [1]. Bana kalırsa hata, projede bütünleşik bir perspektifin yokluğundan kaynaklanmıştır [2].

Sonra 1980lerde, kendilerine yeni pazarlar arayan donanım firmaları, en elverişli sektörün eğitim olduğunu farkettiler ve bu alana girdiler. Bütün dünyada eğitim, aslında --tıpkı Türkiye'de olduğu gibi-- devletin tekelindedir. Özel okulların varlığı, sadece yatırım tekelinin olmamasının göstergesidir. Yoksa bizim "Talim ve Terbiye"mize tekabül eden kurumlar bütün dünyada vardır. Ve bu kurumlar, okullarda kullanılacak her türlü malzemeyi denetlemek fonksiyonuna sahiptir. Eğitim devlet tarafından düzenlenir. Dolayısıyla okullara bilgisayar satmak isteyenler, ister istemez, eğitim bürokrasisini ikna etmek zorunda kaldılar. Ve bütün dünyada bürokrasi bu işe direndi. Hala da direnmektedir. Bugün dünyanın hemen her ülkesinde eğitimde bilgisayardan yararlanma amacı güttüğü öne sürülen çeşitli çalışmalar yürütülmektedir. Ama bu işi her bakımdan bize göre çok daha kolaylıkla yapabilecek olanlar da dahil, hiç bir ülkede yapılan işler "işte yapıyoruz, acele etmeyin" gösterişinden öte değildir [3].

Anladığım kadarıyla çok gençsin ve muhtemelen çocuğun yoktur. Olsaydı, senin çocukluğunda maruz kaldığın şartların pek çoğuna onun da maruz kalmasına katlanamazdın. Mesela Internet'i olmadan büyümesine, siyah-beyaz televizyonlara, filan. Ama çocuğunun, senin gittiğinden pek de farkı olmayan "okul"a gitmesine hiç itiraz etmeyeceksin, hatta çok da gönüllü olacaksın. Kayınvaliden çocuğuna, senin katılmadığın bir takım değer yargıları empoze etmeye kalksa sinirleneceksin ama, okulda çocuğunun zihninin "yeniden kurulması"na itiraz etmeyeceksin. (Bu eğilim sürerse, üstelik, senin çocuğunun gideceği okul, senin gittiklerinden daha düşük kaliteli olacak. Daha kalabalık sınıflarda, daha vasıfsız öğretmenlerin eline düşecek. Yine de aklına itiraz etmek gelmeyecek.) Çünkü, Illich'in bence bir klasik olan "Deschooling Society"de kullandığı ifadeyle, "okul herkesi okullandırır."

Okul, Illich'e göre, eğitimin "fabrika"sıdır. Bu listede fabrika metaforu üzerinden yaptığım tartışmaları da hatırlatarak, diyebilirim ki, okul sadece belirli bir müfredatı aktarmakla ideolojilendirmez insanı, aynı zamanda işleyiş tarzıyla da "tek mümkün" işleyişin fabrika olduğunu da "öğretir". Okul "a technology"dir, ama "the technology" olduğuna inanmamızı sağlar. Bu sürecin sonunda çocuklarımızı okula göndermeye itiraz etmemeyi öğrenmeyiz sadece, aynı zamanda okulun olduğu gibi kalması (başka şeylerin de "okul gibi" olması, yani fabrikalaşması) "gerektiği"ni de öğreniriz.

Okul, bu haliyle (yani belirli yaş grupları için mecburi olması, standart bir müfredata sahip olması, bu müfredatın standart "eğitim blokları"na bölünmüş olması, eğitimi belirli ortamlarda yoğunlaştırması, öğretmenlik uzmanlık alanını tanıması, vs gibi özellikleriyle) yaklaşık 250 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu dönem içinde değişmeyen hiç bir şey kalmamış olmamasına rağmen, okul (ve siyaset) değişmemiştir. Çünkü okul eleştiriden muaftır. (Sıkıntı okulun değişmemesinden değil, çevresinin aşırı değişmiş olmasından kaynaklanır.) Dolayısıyla dünya eğitim bürokrasilerini, okula bilgisayarın girmesine --aktif ya da son yıllarda olduğu gibi pasif-- direndikleri için suçlamak haksızlık olur. Daha doğru bir deyişle, okulun okul gibi kalmak konusundaki "inertia"sını sadece eğitim bürokrasisine maletmek haksızlık olur. Okul modern ulus devleti ayakta tutan en temel kolondur. Aslında bir siyasi form olarak ulus devlet, okul sayesinde var olmuştur (bu hususta isteyen, Althusser'in "devletin ideolojik aygıtları" tasnifini hatırlayabilir).

Senin de söz ettiğin gibi, memlekette hemen her muhabbet "her şeyin başı eğitim azizim" ifadesiyle nihayete erer. Burada kastedilen şey, senin müstakbel çocuğunun daha iyi matematik bilmesi değildir. Daha uyumlu vatandaş olmasıdır. Bizim kendi sistemimizde şikayetçi olduğumuz unsurlar, başka yerlerde de (farklı dozlarda da olsa) vardır. Misal, Finlandiya'da ilköğretimde okutulan bir Fen Bilgisi kitabını inceleyecek olsan, öyle bir izlenim edinirsin ki, Finliler olmasaymış, bilim de olmayacakmış. Okulun "iş"i budur. Ama biz genellikle "eğitim" deyince, çeşitli bilgi ve becerilerin kazanılması sürecini anlarız. Belki Çetin Altan'ın yaptığı tasnif işe yarar. Altan'a göre öğretim, nasıl para kazanacağımızı öğrendiğimiz süreçtir. Eğitimle ise, kazandığımız parayı nasıl harcayacağımızı öğreniriz. "Her şeyin başı eğitim" derken de, genellikle, kızlar başlarını örtmeye kalkmasınlar, kimse komünist filan olmasın, cezaevlerinde açlık grevlerine gitmeyi akıllarına getirmesinler, sokaklara tükürmesinler, kendilerine gazete niyetine sokuşturulan şeyleri para verip satın alsınlar filan gibi şeyleri kastederiz. Yani asıl kastımız, fertlerin sahip oldukları kaynakları bizim istediğimiz gibi kullanmalarıdır. Yoksa hayatlarını kazanacak bir becerileri olmasını filan o kadar da önemsemeyiz.

Bu anlamda bilgisayarın okula katacağı çok şey yoktur. McLuhan'a göre medium mesajın kendisidir. Dolayısıyla bilgisayar da kendi ideolojisini (mesela sayısallaşmayı, "sequential"lığı filan) empoze eder. (Bu konuda benim şimdiye kadar gördüğüm en mükemmel eleştiri, Rozsak'ın "The Cult of Information"ıdır.) Bilgisayarın ideolojisi, modern ulus devletin ideolojisi ile tamamen aynı kaynaktan beslenir. Dolayısıyla okulların bilgisayarlaşması, okulun endoktrinasyon faaliyetlerini de destekleyebilir. Ama benim asıl işaret ettiğim husus, bilgisayarın bilgi ve beceri kazandırma konusundaki potansiyelidir.

Dünya Bankası, gördüğü ciddi bir projeye neden milyarlarca dolar aktarabilir? Çünkü Dünya Bankası "ulus devlet"i muhafaza etmek filan gibi motivasyonlara sahip değildir [4]. O bilgisayar sektörünün istikbali, ticaret filan gibi hususlara daha hassastır. Eğitim denince de aklına önce insanların ideolojilendirilmesi değil, bilgi ve beceri kazanması gelir. Peki neden kimse bu kaynağı görüp dururken onu alıp eğitimini ıslah etmeye kalkmaz? Çünkü eğitim bir yandan, yukarıda işaret etmeye çalıştığım gibi, ideolojilendirme aracıdır. Bu alanda radikal dönüşümlere yol açabilecek her türlü gelişmeyi, daha cenin safhasındayken yok etmek konusunda ciddi bir tecrübe birikmiştir. İkincisi eğitim, her yerde, devasa bir sektör, bir istihdam aracıdır. Hem çok sayıda öğretmen istihdam eder, hem de öğrencilerin "iş piyasası"na girişini geciktirerek sistemin sigortası olarak iş görür. Dolayısıyla, teknolojinin girişiyle ortaya çıkabilecek muhtemel bir emek fazlası, sadece eğitim için değil, sistemin tamamı için göze alınması zor bir risktir [5]. Ve yine bütün dünyada öğretmenlerin vasıfları, 1960lardan bu yana trajik boyutlarda düşmüştür. Bu, şu anlama gelir: Öğretmenleri "update" etmek, her geçen gün zorlaşmaktadır. Yani teknolojinin sektöre girişi, öğretmenlerin "yeniden eğitilmeleri"nin mümkün görünmemesi yüzünden de engellenmektedir.

Dolayısıyla sistemin hemen her noktasında (ve tekrar edeyim, sadece Türkiye'de değil, heryerde), okulun mevcut yapısına yönelik her türlü yenileşme talebini bir tehdit olarak algılayacak aktörler vardır. Bürokratlar, akademisyenler, öğretmenler, bir kurum olarak "devlet", vs. Ama bence asıl önemlisi, okulun yenileşmesine en görünmeyen fakat en etkili direnci gösterenler, velilerdir. Hepimiz moderniz ve modernlik, bir çok başka şeyin yanısıra, "düzen tutkusu"dur. Modernliğin düzen anlayışının vazgeçilmez bileşeni, geleceğin öngörülebilir olmasıdır. Okul, geleceğin de bizim bildiğimiz gibi olacağının teminatı olan en temel kurumdu. Bugün artık bu umudu yaşatmakta bize yardımcı olan tek ciddi kurumdur.

Umarım açıklayıcı olmuştur. Ekte, geçen yıl yayınlanan bir yazıyı yolluyorum. Proje konusunda ise şimdiye kadar konuştuğumdan daha çok konuşabilirim [6]. Haberiniz olsun. Öte yandan, böyle bir projenin hayata geçirilmesinin, Türkiye ekonomisinin üzerindeki "çarpan etkisi"nden filan da hiç söz etmedim.

[1] İtiraf etmekten utanmıyorum, bu "anlayış"ı kendim geliştirmiş değilim. Bizim çalışmalarımızı "görmek" üzere üniversiteyi ziyaret eden Dünya Bankası uzmanları, o dönemde misafir olarak yer aldığımız İletişim Bilimleri Fakültesi laboratuvarının önünden geçerken, laboratuvarın neden boş olduğunu sordular. Genellikle dolu olduğunu, o anda boş olduğunu söyledim. Ardından da ekledim: "Zaten artık bilgisayarlar da demode oldu." "Çok iyi işler yapmışsınız.." dedi adamlardan biri, "..ama önce şunu öğrenmeniz gerekir: Yazılımı olan hiç bir bilgisayar demode değildir." Bir de anektod ekleyeyim. Aynı uzmanlar başlangıçta bize durmadan akıl verdiler. Sonra yaptıklarımızı gördüler ve ziyaretlerini uzattılar. Yemek saati geldi. Rektör (Büyükerşen) de yemeğe katıldı ve izlenmimlerini sordu. Uzmanlar "Türkiye'de hiç böyle şeyler görmedik" mealinde uzun övgüler dizdiler. BDE Birimini birlikte kurduğumuz Fethi Şeniş araya girdi: "Biz.." dedi, "..biliyoruz Türkiye'de en iyiyiz. Bilmediğimiz şu: Dünyadaki uygulamalar ile kıyaslanınca neredeyiz?" Adamlar şöyle bir duraladılar ve "Ama siz çok iyi teknoloji kullanıyorsunuz." diye cevapladılar. Yıl 1989'du.

[2] Sözkonusu dönem İngiltere'de herşeyin tepetaklak gittiği, İngiliz endüstrisinin hiç bir alanda rekabet edemediği bir dönemdi. Avrupa'nın genelinde, bilgisayar yarışının ABD'ye karşı kaybedilmiş olduğu yeni yeni idrak edilmişti ve ABD ile rekabet edebilir gibi görünen yegane Avrupa ülkesi, hala İngiltere idi. Zannımca sözkonusu proje eğitimi değil, İngiltere'nin bilgisayar endüstrisini (İngiltere'nin rekabet edebilecekmiş gibi görünen tek sektörünü) ayakta tutmak için gerçekleştirilen umutsuz bir hamleydi.

[3] İlköğretim çağında 10 milyon çocuğu olan Türkiye, bir kaç yüz bin öğrencisi olan, üstelik de yapılması gereken bilgisayar yatırımı fert başına düşen gelirin makul bir parçası olan --mesela-- Danimarka'ya ya da Norveç'e kıyasla, elbette daha zor bir işe kalkışmak zorundadır. Yukarıda sözünü ettiğim toplantıda, Dünya Bankası uzmanları da buna işaret ettiler ve "Bu işi Türkiye'nin yapabileceğini neye dayanarak düşünüyorsunuz?" diye sordular. Ben de cevaben, "Sizin işleriniz bu haliyle de yürüyor, bizim ise geleneksel teknolojiyle problemi çözme şansımız yok." dedim, "Bizim ihtiyacımız sizinki ile kıyaslanmayacak kadar büyük." Bir an düşündüler ve "Haklısınız.." dediler, "..İhtiyaç buluşların anasıdır." Yıllar sonra, ihtiyacın buluşların anası olduğu tespitinin, ampirik olarak doğrulanmamış bir tespit olduğunu öğrendim. Ama yine de Türkiye'nin bu işi yapabileceğini düşünüyorum. Bir çok sebeple.. Bu arada bir kıyaslama vereyim. Benim bu işlerle ilgilendiğim yıllarda (Zekai Baloğlu'nun TÜSİAD için hazırladığı ve medyada küçük ölçekli bir kıyamete yol açan "Türkiye'de Eğitim" raporunun yayınlandığı dönemdi) yaptığım bir analize göre, Fransa'da bir çocuğun eğitimi için harcanan kaynak, Türkiye'deki akranının eğitimi için harcananın 50 katıydı. Japonya ya da Hollanda ile yapılan mukayeseler daha da vahim neticeler veriyordu. Bugün herhalde oran daha da büyümüştür. O dönemde Türkiye'nin genel bütçesinin dörtte biri eğitime harcanıyordu (sonra bu pay düştü, ama nereye kadar, bilmiyorum). Bu hesapça, Türkiye'nin kendi çocuklarına (Baloğlu'nun iddia ettiği yollarla) Fransa klasında eğitim vermesi için, her yıl, genel bütçesinin 12.5 katından daha fazla (çünkü Türkiye'de sözkonusu nüfus Fransa'dakinden daha kalablıktı) eğitim bütçesi gerekiyordu. Bense farkın ancak teknolojinin istihdamıyla kapanabileceğini iddia eden bir yığın yazı yazdım, bildiri sundum.

[4] Anadolu Üniversitesi'nin Açıköğretim sistemini ıslah etmek için geliştirdiğimiz bir projeyi, bir bakanın aracılığıyla, Dünya Bankası'nın bölgedeki en üst düzey yetkilisi olan Ajay Chibber'e ulaştırdık. Bankanın eğitim sektörü uzmanlarına (ki aralarındaki Türk, şimdi adını ne yazık ki hatırlamadığım bir ODTÜ EM idi) bir brifing vermemiz istendi. Bu brifingde, bütün öğrencilerimizi (600 000 kişi, artı her yıl yaklaşık 200 000 kişi daha) bilgisayarlaştırmak, her ilde en az bir "remote campuss" kurmak gibi "hedef"ler dile getirdik (arada "kabaca" 2.5 milyar dolar lafını telaffuz ettik). Aldığımız reaksiyon şu oldu: "DB artık bina yapımı vs gibi projeleri desteklememeye karar verdi. Tam da sizinki gibi projeler arıyoruz. Aslında MEB'e para vermek istiyoruz ama almaya gönüllü değiller. Bunu proje haline getirin, temas içinde olalım. Bu projenin çok şansı var." Ama üniversitenin "iç dinamikleri", bu işi yürütmeye uygun gelmedi. Aradan bir yıl kadar geçtikten sonra bu defa DB üst düzeyi üniversiteyi ziyarete geldi ve projemizi beklediklerini, bizden ses çıkmayınca kendilerinin gelmeyi uygun gördüklerini söylediler. DB aslında eğitimde bilgisayar kullanımını en başından beri en yoğun destekleyen örgütlerdendir. Sistematik olarak yayınlar yapar ve sempozyumlar filan düzenler ya da düzenlenmesini destekler. Türkiye'yi bir tür laboratuvar olarak kullanabileceklerini akılları kesebilir.

[5] Gorz "İktisadi Aklın Eleştirisi"nde, bütün iktisadi problemleri, günümüzde kıt olanın "iş" olduğundan hareketle yeniden formüle etmeyi dener ki, bence çok ufuk açıcıdır. Gorz'un yaklaşımına, eğitimin günümüzdeki en "emek-yoğun" sektör olduğu bilgisini katarak okursanız, tablo netleşir. Türkiye'de eğitim giderlerinin yüzde 85'i öğretmen maaşlarıdır. Başka yerlerde bu oranlar çok değişmez.

[6] Aslında proje hazır zaten. Kışkırtıcı olan şu: Bir yerlerde tatbik edilmiş bir "çözüm"ün ithaliyle çözülebilecek bir problem değil bu. Dolayısıyla klasik "proje"lerden çok farklı bir perspektif gerektiriyor. Türkiye'de en ayıp olan şeylerden biri yani.

Sevgiler

Cemal

Subject: [METU-IE-ALUMNI:6441] Re:
From: Cemalettin Nuri Tasci
Date: Mon, 29 Jul 2002 23:56:22 +0300

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler