Arşiv  listEM  Yardım  Yazışma

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

  Seyfi Usta'nın Bilgisini Kitaba Aktarmak Yetmiyor

  Cemalettin Nuri Taşçı

Turgut Uzer'in Yazısı


Knowledge vs Information

Turgut'un bilgece anlattığı şeyi ben şöyle anladım, şöyle özetleyebilirim: Yaptığınız şey sizi "değiştirmiyor"sa, onu yapmış olmanızın çok da ehemmiyeti yoktur. Siz değiştiğinizi zannettiğinizde yaptığınız şey (en azından onu yapış "tarz"ınız) değişmiyorsa, değiştiğiniz hususundaki kanaatiniz ilüzyondur. Ben elbette bunu Turgut'un anlattığı kadar hoş, anlaşılır ve öğretici bir tarzda anlatamam. Muhtemelen anladığımı zannettiğim bu "şey"i Turgut'un anladığı kadar iyi anlamamış olmam yüzündendir. Ama Turgut'un geçtiğinden çok başka yollardan geçerek, ben de hemen hemen aynı şeyi öğrendim.

Galiba Turgut'la aramızdaki fark şurada: Ben ondan daha salak olduğum için, o, bu öğrendiği ile profesyonel kariyerini inşa ederken, ben şöyle saçma soruların peşine düştüm (aşağıdakiler sadece birkaç misal, aslında daha güzel misaller yazmıştım ama teknik bir problem yüzünden kaybettim):

a. Kitaplar doğru dürüst yazılırsa, genç oğlanların her birinin Seyfi Ustaları ikame edebileceğine "inanıyor" idik. Böyle inanmamızın da çok "haklı görünen" sebepleri vardı. Nerde çuvalladık? Neden? Seyfi Ustalar bizim zannettiğimizden daha mı vasıflı idi? Oğlanlar bizim varsaydığımızdan daha mı vasıfsız idi? Kitapları mı düzgün yazmamıştık, daha iyi kitaplar yazarsak hayallerimizi gerçekleştirmemiz hala mümkün mü idi?

b. Kitapları iyi yazarsak "herhangi bir kişi"nin Seyfi Ustaları ikame edebileceği kanaatini nasıl, neye yaslanarak üretmiştik? Benzer tarzda ürettiğimiz başka kanaatler var mıydı?

c. Kitapları iyi yazar ve Seyfi Ustaların işini alelade oğlanlar vasıtasıyla yapabilir isek, mesela "kitapları iyi yazma" işinin de kitabını yazabilir miydik? Yani alelade insanlar iyi kitaplar yazma işini de üstlenebilir miydi? Eğer üstlenebilirse, geride alelade insanların yapamayacağı her hangi bir iş kalır mı? Mesela alelade oğlanlar "kitaplara bakıp probleme teşhis koyma" hususunda başka alelade oğlanlardan "daha iyi" olabilir mi? Olabilirse, "daha iyi bir alelade oğlan olma" halinin kitapları da yazılabilir mi? Yazılabilirse, herkesin her işi başka herkes gibi yapabileceği bir dünya makbul bir dünya olur mu?

Ve saire..

Yukarıdaki soruları beyhude ve manasız bulanlar olabilir. Bilmem daha önce anlattım mı? Geçen kış başında kitapçıda kitaplarımı seçmişim, ödeyeceğim ücretin hesabı yapılsın diye bekliyorum. Yanı başımda körpe bir ses "Erkekleri kullanma kılavuzu var mı?" diye sordu. Gayrıihtiyari dönüp baktım. Dünyaya meydan okuyacak yaşlarda, cinsel çekiminin kendisine sağladığı güçten başı dönmüş, mağrur ve sevimli bir genç kız, yanında kendisinin biraz soluk bir kopyası ile dönüp baktılar. "Ne lüzum var ki?" dedim, "Her kadın zaten erkekleri kullanmayı tabiatı icabı bilir." Genç kız hiç altta kalacak gibi değildi, "Elbette.." dedi, "..ama yine kitabını okumamış olmayalım." Bu vesileyle farkına varmış oldum ki "Do it yourself" türü kitaplar, olmayacak arazilerden kadastro geçirmeyi ve olmayacak alanları istila etmeyi sürdürüyorlar. 1970lerde moda olmaya başlamıştı bu tür kitaplar ama 1980lerde hangi alanlara el atılabileceğini 70lerde tahmin etmek imkansızdı doğrusu. Birileri "kitaptan bakarak" erkekleri kullanabileceğine ikna edilmiş olmasa, herhalde bu tür "kılavuz"lar da yazılamazdı.

1980lerin başında Yüksek Lisans tezimi o günlerdeki adıyla ELMS'de (Eskişehir Lokomotif ve Motor Sanayii) yaptım. Kendisiyle tanışmadığım, adını da şimdi unuttuğum bir bakım ustası (yani "tamirci", çünkü o dönemlerde "bakım" demek hala "onarım"dan ibaretti, "koruyucu bakım" filan henüz Türkiye ufuklarında belirmemişti), hadi onun adı da Seyfi Usta olsun, tesislerde bir efsaneydi. Kimsenin yeniden çalışır vaziyete getiremediği bir tezgah olursa Seyfi usta o tezgah ile birlikte bir brandanın altına girer, artık durumun ciddiyetine göre değişen bir süre boyunca tezgahı mahremine alır, neticede brandanın altından çıktığında tezgah çalışır durumda olurdu.

Saflığıma bakın. Bana bunları anlatanlara her defasında Seyfi Ustanın bu haltı neden ille de brandanın altında, meraklı gözlerden uzak yaptığını sordum. Sahiden anlamamıştım. Neden anlamadığımın şimdi anlaşılması galiba çok müşkül. Aslında o vakit bunu neden anlamadığımı şimdi ben de anlayamıyorum. Şöyle birşeydi galiba (ya da en azından içinde şöyle şeyler de vardı): İlerliyorduk. İlerleme konusunda hepimizin üzerine düşen birçok şey vardı. Seyfi Usta da, madem ki ELMS'nin bir işçisi idi ve başka kimselerin bilmediği şeyleri biliyor, başka kimselerin yapamadığını yapıyor, başkalarına da bu bilgileri "öğretmesi", herkesin bu işleri yapabilir olmasını sağlaması gerekiyordu. Bu o kadar bariz bir gereklilikti ki, buna riayet edilmemesini benim havsalamın alması mümkün değildi. Yani elbette dünyada "rekabet" diye birşeylerin varlığından haberdardım, bir yığın "bilgi"nin "saklanabilmesi"nin, o bilgiye sahip olanlar için ne kadar hayati olduğunu filan biliyordum. Ama "fabrika"da böyle şeylerin olması mümkün değildi. Ne bileyim, lazımsa zor kullanılır, Seyfi Ustanın bilgisi, umumun menfaatine sunulurdu.

"Bilgi"nin ne manaya geldiğini biliyordum, çünkü tezimin konusu MIS (o vakitler böyle bir dersimiz de vardı, hala var mı bilmiyorum, bu yüzden neden bahsettiğimi anlamayanlar olursa diye açık yazayım: "Management Information Systems") idi. O tarihlerde en zor işlerden biri, MIS konusunda "literature survey" yapmaktı. Kaynak kıtlığından değil, bolluğundan. Sonra aniden her alanda "bilgi patlaması" yaşayacaktık ama o vakitler "patlamış" olan bir kaç alandan biriydi MIS. Ashby'nin (Wiener'den mülhem) "bütün kararları otomatize edilmiş fabrika" hayallerinin üzerinden henüz 20 yıl bile geçmemişti. Gerçi 1967'de Ackoff "Management Misinformation Systems" adlı ünlü makalesi marifetiyle bu "ateşli" hayallerin üzerine bir kova soğuk su boca etmişti ve hergün onlarcası yayınlanan yeni makalelerin neredeyse hepsinin kaynakçasının ilk "item"i (Ackoff'un soyadının alfebetik "order"i
sayesinde) bu makale idi. Ama yine de hemen her makale, kendisini diğerlerinden farklı kılacak hiç bir şey ihtiva etmeden, bir biçimde Ashbyvari bir tasavvurda nihayet buluyordu. Elbette makaleyi okumadan, onun ciddi bir muhtevası olmadığını anlamanız da mümkün değildi. Azcık işe yarar gibi olanların referanslarından yola çıkmanın da bir çözüm olmadığını idrak etmiştim. Çünkü birbirinden tamamen habersiz bir yığın "klan" var gibi idi. Her klan üyesi, bir biçimde denk getirip klanın diğer üyelerine referans vermekteydi. Henüz Amerikan üniversitelerinin nasıl "işlediğini" bilmediğim için bu hale pek mana verebilmiş olmasam da (öğrendiğimde mana vermem yine kolay olmadı, çünkü İlerliyor idik, bilim kutsaldı, ve saire), halin bu olduğunu idrak edecek kadar aklım başımdaydı.

Neticede onca makaleyi kendimce tasnif edip, işe yarar bir takım sınıflandırmalar yapmaya çalışırken, bir biçimde, olup bitenleri "tarih sırası"na dizme ihtiyacı hissettim. Ve birden, çok kalın çizgili bir "trend" yakaldım. Bilgi sistemleri hakkındaki hayaller ve gerçeklikler, 20 yıla yakın süre içinde ağır ağır rafine olmuştu ve merkezi bilgiişlemden dağıtılmış bilgiişleme doğru bir kayış sözkonusuydu. (Bu elbette zaten böyle söylenmeye de başlamıştı. Ama asıl "keşfettiğim" şey, bunun "algılanış tarzı"na yönelik "trend" idi.) Ashby'nin hayali hala muhafaza ediliyordu, lakin artık firma ölçeğinde "global" bir optimum değil, karar vericiler ölçeğinde "local" optimumlar aranmaktaydı. Bu "trend"in, tekil karar vericileri güçlendireceğini, onların da kendi ayırdedici fonksiyonları olan "karar verme"yi otomasyona terketmeye yanaşmayacaklarını "akıl ettim." Henüz yeni dolaşıma girmeye başlamış olan "Decision Suppırt Systems" kavramının içi büyük ölçüde boştu. Onun içini bu "akıl etme" ile "doldurdum". "Decision Support Systems", karar vericilerin, kendi kararlarını vermek için ihtiyaç duyduklarına "kendilerinin karar verdiği" bilgileri, onların ihtiyaç duydukları formatta üretebilmek için lazım olan verileri ve prosedürleri, onların değerlendirebileceği formatta sunabilen sistemler olacaktı. Yıllardır bu mevzulardan uzağım, DSS nasıl tarif ediliyor bilmiyorum. Ama sizi temin ederim, 1980lerin başında bu kadar "sağlam" bir yaklaşım yoktu. Derhal Bilgi Sistemleri konusundaki "trend"leri özetleyen bir tablo yaptım, buradan "bana çok kıymetli görünen" çıkarımımı arkasına ekledim ve tez hocam (kulakları çınlasın) Ahmet Şatır'a, göğsümü gere gere gittim. Benim yol alamamamdan müşteki olan ve dolayısıyla yanına hep mazeretlerle, boynu bükük bir biçimde gitmeme alışmış olan Şatır mağrur halimi görünce şaşırdı. Bence tezim bitmişti. Bunu duyunca bir daha şaşırdı. Önüne tez niyetine iki sayfa koyunca iyice şaşırdı. Muhtemelen delirdiğime hükmetmişti. Beni sakinleştirdikten sonra "tez" denen şeyin başka ve "daha mühim" bileşenleri DE olduğunu anlatmaya koyuldu. Sonraki 1,5-2 yıl boyunca onun istediği bileşenleri tamamlamaya uğraştım. Ama beim için tezim hala hep o iki sayfadır. Dolayısıyla tez Sayın Şatır'a göre de bittiğinde, o iki sayfayı çıkartmam için bana yaptığı teklifi kabul etmedim. Asla kabul etmeyeceğim herhalde çok belli oldu ki Sayın Şatır çok da ısrar etmedi.

O vakit böyle dile getirebilecek durumda değildim. Ama şimdi emniyetle söyleyebilirim ki, "karar verici" dediğimiz insanı sadece verdiği kararlar değil, o kararları nasıl verdiği de yapar. Bir örgütte karar verme süreçlerinin "dışında bir yerlerde" bir karar verici yapılamaz. Yani elbette yapılabilir de o karar verici karar veremez. Karar verirmiş gibi yapabilir ve başkaları onun "mış gibi" yaptığı şeyi karar addedip tatbik de edebilir. Ama işin "aslı" başka yerlerdedir. Ve bu "mesele" sadece işletmelerin karar verme süreçleri, hatta sadece işletmeler ile sınırlı bir mesele de değildir. Gerçeklikle hiç irtibatı olmayan böyle tuhaf hayaller, hayatımızın her alanında bizimle birliktedir.

ELMS ve mevzu ile ilgili bir başka "hatıra"ya geçmeden önce bir ara not: Sonra, aradan çok fazla süre de geçmeden, Ashby'nin 60larda kurduğu, Ackoff'un "olmaz öyle şey" diyerek karşı çıktığı hayaller gerçek oldu. Otomatik fabrikalar kuruldu. Ashby haklı, Ackoff haksız çıktı. Ama bir teferruatı (!) unutmak olmaz: Otomatik fabrikalar, önce işçilerin, sonra da karar vericilerin "fabrika dışına" sürülmesiyle gerçekleşti. Yani Vonnegut'un "Otomatik Piyano"da dile getirdiği paradoks, "zemin"de büyük ölçekli hafriyat yapılarak geçekleşti. (Vonnegut sözünü ettiğim romanda, iş süreçlerini otomatize eden bir mühendisler grubunu anlatır. Mühendisler bilirler ki, işlerini yaptıkça, onların "kendi" işleri de otomasyona devredilecektir. Dolayısıyla kendileri de "devre dışı" kalacaklardır. Yani otomasyona devretme işinin kendisi de otomasyona devredilecek ve "iş" bitecektir. Yine de yapmadan duramazlar.) Ashby haklı çıkmış görünse de, aslında bu "operasyon" Ashby'nin kastettiği şey değildir. Ashby naif bir biçimde, işletme ölçeğinde bir optimizasyondan söz ediyordu. Ama Ashby'nin hayali, "işletme dışında"ki kaynaklar pahasına gerçekleştirebildi. Yani bir manada, işletme içindeki entropi ihraç edildi ve bu iş "dışarıda" çok daha büyük bir entropi artışı pahasına gerçekleşti. Teferruatına girmek istemiyorum, ama şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: Ashby'nin hayalini kurduğu şey bu değildi.

"Tez"imin üzerinden yıllar geçti. Bir yaz başında bölüm başkanım "Ben tatile gidiyorum. ELMS'ye yeni bir genel müdür atanmış. Geçen gün uzun uzun konuştuk. Bizim tesis için çok şey yapabileceğimizi düşünüyor. 20 gün yokum. Genel müdüre senden söz ettim. Bu süre içinde onu boş bırakma. Ne gerekiyorsa yap." dedi ve gitti. Deplasmandan hiç hoşlanmazdım. Hatta kendi bölümüm dışında ders vermekten bile. Tamamen gönülsüz bir biçimde gittim. MRP II moda idi. Genel Müdür bana, ELMS ölçeğinde bir işletmenin bu tür bir yazılım desteği olmadan yönetilemeyeceğini, dolayıısyla bir MRP II paketi almak için (mertebe doğru da kesin sayıyı hatırlamıyorum) 5-6 milyon dolar bütçe ayırdıklarını, bizden beklediği ilk işin, uygun bir MRP II paketi seçme konusunda ELMS'ye danışmanlık yapmak olduğunu söyledi. ELMS, muhtemelen Türkiye'de en çok "kalem" stoklanan tesistir. Akla zarar bir malzeme ve stok yönetimi vardı. (Çok geçmeden tesisin özelleştirilmesi gündeme geldiğinde derhal gündemden çıkmasının sebebi, % 80'inden fazlası yıllardır hareket görmeyen stokları idi. Abartı zannetmeyin, tesis için dile getirilen fiyatlar, tesisin hareket görmeyen stoklarının "tahmini" bedelinin altındaydı. Genel müdür, o halde hareket görmeyin stokların "satılması"nı projelendirmeye kalktığında, sözkonusu stokları sınıflandırıp fiyatlandırmanın tesisin bir kaç yıllık bütçesinden daha büyük maliyeti olan bir iş olduğu ortaya çıktı.)

Ben, bir yandan MIS, zaman zaman da Üretim Yönetimi derslerini veren biri olarak, MRP II paketlerini encamını da takip ediyordum. Pek biryerlerde başarı kazanmış değillerdi. ELMS'de işe yaramaları olacak iş değildi. 20 gün boyunca Genel Müdüre, neden ithal bir MRP II paketinin ELMS'de çözüm değil dert olacağını anlattım. Başlangıçta kastım bu olmasa da, ilk 10 günden sonra, aynı işi yapacak bir yazılımı bizim rahatlıkla üretebileceğimiz iddiasını temellendirmeye uğraştım. Neticede 600 000 dolara (yine mertebe doğru ama tam da bu kadar dememiş olabilirim) bu program üretilebilirdi. Aslında kendi yaptığım tahminler 600 adam-aydan ibaretti. Maaşı 500 doları bile bulmayan biri olarak, döner sermayenin bana ödeyebileceği en çok 300 dolardı. Dolayısıyla 180 000 dolara döner sermaye için bir 40 000 daha eklesek herkes umduğundan fazlasını bulmuş olacaktı Hadi 30 000 dolar da tahmin edilmeyen gider olsun.. Neden 600 000 dolar? Çünkü kendisi için 5-6 milyon dolar gözden çıkarılmış olan bir şeyi 600 000 dolara yapmaya kalkmam bile tereddüde yol açmıştı. Yine abartısız söylüyorum: Genel Müdür işi benim yapabileceğime "inanmıştı". İnanılmaz görünen fiyattı.

Sonra bölüm başkanım tatilden döndü. Ona rapor verdim ve 600 000 dolarlık MRP yazılımı işi için her türlü zemin hazırlığını yaptığımı söyledim. Gidip imzayı atması gerekiyordu. Bölüm başkanım 600 000 dolar lafını duyunca yerinden sıçradı. Bana güvenirdi (güvenmese Genel Müdürün markajı işini benim gibi ünvansız birine vermezdi en azından). "Yaparım" dediğim işi yapamayacağım hiç aklına gelmezdi. Ama telaffuz edilen para bölümün bütçesi filan ile mukayese edildiğinde öyle bir paraydı ki, bütün şimşekleri üzerimize çekmememiz olacak iş değildi. 2-3 gün bölüm başkanını bu işin bize sağlayacağı muhtemel avantajları anlatarak ikna etmeye uğraştım. Olmadı. Bu projenin "bölüm tarafından" benim istediğim şartlarda kabul edilmemesi, benim bölümden istifa etmemle son bulacak bir süreci tetikledi.

Hayatımın hiç bir döneminde böyle "paket çözüm"lere inanmadım. Yanlış oldu. MIS tezi yapmaya kalktığımda inanıyordum. Bir kaç yıl ve bir kaç bin sayfa sonra inanmamaya başladım. İnandığım vakitler dünyanın ahvali hakkında "hiç bir gerçeklik tarafından teyid edilmemiş" Ashbyvari bir "tasavvur"um vardı. İnancımı kaybettiğimde ayaklarım yere bastı. Ayaklarım yere basınca, antik inancım hakkındaki son şüphe kırıntıları da kayboldu. Aradan yıllar geçti. Cringely bilgiişlem endüstrisi hakkında ünlü "Accidental Empires" adlı dedikodu kitabını yazdı. "Paket çözüm"lere inanmamakla ne kadar haklı olduğumu, bir de "işin öte yanından" teyid etmiş oldum. Paketlerin sınanmışlık, destek vs gibi konularda ne kadar mühim avantajları olduğunu elbette biliyorum. Ama dayattıkları standartlaşma, fiyat vs gibi dezavantajlarının, kendi başlarına, bu avantajlardan çok daha büyük olduğunu iddia ediyorum. Ama bir başka "maliyet" daha vardı ki, bir türlü anlatmaya dilim yetmiyordu. Turgut güzelce anlatmış: Programı hazırlama sürecinde kazanılanlar, programdan edinilecek olanların hepsinden çok daha kıymetlidir genellikle.

Sevgiler

Cemal
[METU-IE-ALUMNI:578] Re: Seyfi Usta'nin bilgisini kitaba aktarmak yetmiyor
Per 08.04.2004 01:33

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler

sistEM Copyright 2000-2004