Turgut'un bilgece
anlattığı şeyi ben şöyle anladım, şöyle özetleyebilirim: Yaptığınız
şey sizi "değiştirmiyor"sa, onu yapmış olmanızın çok da ehemmiyeti
yoktur. Siz değiştiğinizi zannettiğinizde yaptığınız şey (en azından
onu yapış "tarz"ınız) değişmiyorsa, değiştiğiniz hususundaki
kanaatiniz ilüzyondur. Ben elbette bunu Turgut'un anlattığı kadar
hoş, anlaşılır ve öğretici bir tarzda anlatamam. Muhtemelen
anladığımı zannettiğim bu "şey"i Turgut'un anladığı kadar iyi
anlamamış olmam yüzündendir. Ama Turgut'un geçtiğinden çok başka
yollardan geçerek, ben de hemen hemen aynı şeyi öğrendim.
Galiba Turgut'la aramızdaki fark şurada: Ben ondan daha salak
olduğum için, o, bu öğrendiği ile profesyonel kariyerini inşa
ederken, ben şöyle saçma soruların peşine düştüm (aşağıdakiler
sadece birkaç misal, aslında daha güzel misaller yazmıştım ama
teknik bir problem yüzünden kaybettim):
a. Kitaplar doğru dürüst yazılırsa, genç oğlanların her birinin
Seyfi Ustaları ikame edebileceğine "inanıyor" idik. Böyle
inanmamızın da çok "haklı görünen" sebepleri vardı. Nerde
çuvalladık? Neden? Seyfi Ustalar bizim zannettiğimizden daha mı
vasıflı idi? Oğlanlar bizim varsaydığımızdan daha mı vasıfsız idi?
Kitapları mı düzgün yazmamıştık, daha iyi kitaplar yazarsak
hayallerimizi gerçekleştirmemiz hala mümkün mü idi?
b. Kitapları iyi yazarsak "herhangi bir kişi"nin Seyfi Ustaları
ikame edebileceği kanaatini nasıl, neye yaslanarak üretmiştik?
Benzer tarzda ürettiğimiz başka kanaatler var mıydı?
c. Kitapları iyi yazar ve Seyfi Ustaların işini alelade oğlanlar
vasıtasıyla yapabilir isek, mesela "kitapları iyi yazma" işinin de
kitabını yazabilir miydik? Yani alelade insanlar iyi kitaplar yazma
işini de üstlenebilir miydi? Eğer üstlenebilirse, geride alelade
insanların yapamayacağı her hangi bir iş kalır mı? Mesela alelade
oğlanlar "kitaplara bakıp probleme teşhis koyma" hususunda başka
alelade oğlanlardan "daha iyi" olabilir mi? Olabilirse, "daha iyi
bir alelade oğlan olma" halinin kitapları da yazılabilir mi?
Yazılabilirse, herkesin her işi başka herkes gibi yapabileceği bir
dünya makbul bir dünya olur mu?
Ve saire..
Yukarıdaki soruları beyhude ve manasız bulanlar olabilir. Bilmem
daha önce anlattım mı? Geçen kış başında kitapçıda kitaplarımı
seçmişim, ödeyeceğim ücretin hesabı yapılsın diye bekliyorum. Yanı
başımda körpe bir ses "Erkekleri kullanma kılavuzu var mı?" diye
sordu. Gayrıihtiyari dönüp baktım. Dünyaya meydan okuyacak yaşlarda,
cinsel çekiminin kendisine sağladığı güçten başı dönmüş, mağrur ve
sevimli bir genç kız, yanında kendisinin biraz soluk bir kopyası ile
dönüp baktılar. "Ne lüzum var ki?" dedim, "Her kadın zaten erkekleri
kullanmayı tabiatı icabı bilir." Genç kız hiç altta kalacak gibi
değildi, "Elbette.." dedi, "..ama yine kitabını okumamış olmayalım."
Bu vesileyle farkına varmış oldum ki "Do it yourself" türü kitaplar,
olmayacak arazilerden kadastro geçirmeyi ve olmayacak alanları
istila etmeyi sürdürüyorlar. 1970lerde moda olmaya başlamıştı bu tür
kitaplar ama 1980lerde hangi alanlara el atılabileceğini 70lerde
tahmin etmek imkansızdı doğrusu. Birileri "kitaptan bakarak"
erkekleri kullanabileceğine ikna edilmiş olmasa, herhalde bu tür
"kılavuz"lar da yazılamazdı.
1980lerin başında Yüksek Lisans tezimi o günlerdeki adıyla ELMS'de
(Eskişehir Lokomotif ve Motor Sanayii) yaptım. Kendisiyle
tanışmadığım, adını da şimdi unuttuğum bir bakım ustası (yani
"tamirci", çünkü o dönemlerde "bakım" demek hala "onarım"dan
ibaretti, "koruyucu bakım" filan henüz Türkiye ufuklarında
belirmemişti), hadi onun adı da Seyfi Usta olsun, tesislerde bir
efsaneydi. Kimsenin yeniden çalışır vaziyete getiremediği bir tezgah
olursa Seyfi usta o tezgah ile birlikte bir brandanın altına girer,
artık durumun ciddiyetine göre değişen bir süre boyunca tezgahı
mahremine alır, neticede brandanın altından çıktığında tezgah
çalışır durumda olurdu.
Saflığıma bakın. Bana bunları anlatanlara her defasında Seyfi
Ustanın bu haltı neden ille de brandanın altında, meraklı gözlerden
uzak yaptığını sordum. Sahiden anlamamıştım. Neden anlamadığımın
şimdi anlaşılması galiba çok müşkül. Aslında o vakit bunu neden
anlamadığımı şimdi ben de anlayamıyorum. Şöyle birşeydi galiba (ya
da en azından içinde şöyle şeyler de vardı): İlerliyorduk. İlerleme
konusunda hepimizin üzerine düşen birçok şey vardı. Seyfi Usta da,
madem ki ELMS'nin bir işçisi idi ve başka kimselerin bilmediği
şeyleri biliyor, başka kimselerin yapamadığını yapıyor, başkalarına
da bu bilgileri "öğretmesi", herkesin bu işleri yapabilir olmasını
sağlaması gerekiyordu. Bu o kadar bariz bir gereklilikti ki, buna
riayet edilmemesini benim havsalamın alması mümkün değildi. Yani
elbette dünyada "rekabet" diye birşeylerin varlığından haberdardım,
bir yığın "bilgi"nin "saklanabilmesi"nin, o bilgiye sahip olanlar
için ne kadar hayati olduğunu filan biliyordum. Ama "fabrika"da
böyle şeylerin olması mümkün değildi. Ne bileyim, lazımsa zor
kullanılır, Seyfi Ustanın bilgisi, umumun menfaatine sunulurdu.
"Bilgi"nin ne manaya geldiğini biliyordum, çünkü tezimin konusu MIS
(o vakitler böyle bir dersimiz de vardı, hala var mı bilmiyorum, bu
yüzden neden bahsettiğimi anlamayanlar olursa diye açık yazayım:
"Management Information Systems") idi. O tarihlerde en zor işlerden
biri, MIS konusunda "literature survey" yapmaktı. Kaynak kıtlığından
değil, bolluğundan. Sonra aniden her alanda "bilgi patlaması"
yaşayacaktık ama o vakitler "patlamış" olan bir kaç alandan biriydi
MIS. Ashby'nin (Wiener'den mülhem) "bütün kararları otomatize
edilmiş fabrika" hayallerinin üzerinden henüz 20 yıl bile
geçmemişti. Gerçi 1967'de Ackoff "Management Misinformation Systems"
adlı ünlü makalesi marifetiyle bu "ateşli" hayallerin üzerine bir
kova soğuk su boca etmişti ve hergün onlarcası yayınlanan yeni
makalelerin neredeyse hepsinin kaynakçasının ilk "item"i (Ackoff'un
soyadının alfebetik "order"i
sayesinde) bu makale idi. Ama yine de hemen her makale, kendisini
diğerlerinden farklı kılacak hiç bir şey ihtiva etmeden, bir biçimde
Ashbyvari bir tasavvurda nihayet buluyordu. Elbette makaleyi
okumadan, onun ciddi bir muhtevası olmadığını anlamanız da mümkün
değildi. Azcık işe yarar gibi olanların referanslarından yola
çıkmanın da bir çözüm olmadığını idrak etmiştim. Çünkü birbirinden
tamamen habersiz bir yığın "klan" var gibi idi. Her klan üyesi, bir
biçimde denk getirip klanın diğer üyelerine referans vermekteydi.
Henüz Amerikan üniversitelerinin nasıl "işlediğini" bilmediğim için
bu hale pek mana verebilmiş olmasam da (öğrendiğimde mana vermem
yine kolay olmadı, çünkü İlerliyor idik, bilim kutsaldı, ve saire),
halin bu olduğunu idrak edecek kadar aklım başımdaydı.
Neticede onca makaleyi kendimce tasnif edip, işe yarar bir takım
sınıflandırmalar yapmaya çalışırken, bir biçimde, olup bitenleri
"tarih sırası"na dizme ihtiyacı hissettim. Ve birden, çok kalın
çizgili bir "trend" yakaldım. Bilgi sistemleri hakkındaki hayaller
ve gerçeklikler, 20 yıla yakın süre içinde ağır ağır rafine olmuştu
ve merkezi bilgiişlemden dağıtılmış bilgiişleme doğru bir kayış
sözkonusuydu. (Bu elbette zaten böyle söylenmeye de başlamıştı. Ama
asıl "keşfettiğim" şey, bunun "algılanış tarzı"na yönelik "trend"
idi.) Ashby'nin hayali hala muhafaza ediliyordu, lakin artık firma
ölçeğinde "global" bir optimum değil, karar vericiler ölçeğinde
"local" optimumlar aranmaktaydı. Bu "trend"in, tekil karar
vericileri güçlendireceğini, onların da kendi ayırdedici
fonksiyonları olan "karar verme"yi otomasyona terketmeye
yanaşmayacaklarını "akıl ettim." Henüz yeni dolaşıma girmeye
başlamış olan "Decision Suppırt Systems" kavramının içi büyük ölçüde
boştu. Onun içini bu "akıl etme" ile "doldurdum". "Decision Support
Systems", karar vericilerin, kendi kararlarını vermek için ihtiyaç
duyduklarına "kendilerinin karar verdiği" bilgileri, onların ihtiyaç
duydukları formatta üretebilmek için lazım olan verileri ve
prosedürleri, onların değerlendirebileceği formatta sunabilen
sistemler olacaktı. Yıllardır bu mevzulardan uzağım, DSS nasıl tarif
ediliyor bilmiyorum. Ama sizi temin ederim, 1980lerin başında bu
kadar "sağlam" bir yaklaşım yoktu. Derhal Bilgi Sistemleri
konusundaki "trend"leri özetleyen bir tablo yaptım, buradan "bana
çok kıymetli görünen" çıkarımımı arkasına ekledim ve tez hocam
(kulakları çınlasın) Ahmet Şatır'a, göğsümü gere gere gittim. Benim
yol alamamamdan müşteki olan ve dolayısıyla yanına hep mazeretlerle,
boynu bükük bir biçimde gitmeme alışmış olan Şatır mağrur halimi
görünce şaşırdı. Bence tezim bitmişti. Bunu duyunca bir daha
şaşırdı. Önüne tez niyetine iki sayfa koyunca iyice şaşırdı.
Muhtemelen delirdiğime hükmetmişti. Beni sakinleştirdikten sonra
"tez" denen şeyin başka ve "daha mühim" bileşenleri DE olduğunu
anlatmaya koyuldu. Sonraki 1,5-2 yıl boyunca onun istediği
bileşenleri tamamlamaya uğraştım. Ama beim için tezim hala hep o iki
sayfadır. Dolayısıyla tez Sayın Şatır'a göre de bittiğinde, o iki
sayfayı çıkartmam için bana yaptığı teklifi kabul etmedim. Asla
kabul etmeyeceğim herhalde çok belli oldu ki Sayın Şatır çok da
ısrar etmedi.
O vakit böyle dile getirebilecek durumda değildim. Ama şimdi
emniyetle söyleyebilirim ki, "karar verici" dediğimiz insanı sadece
verdiği kararlar değil, o kararları nasıl verdiği de yapar. Bir
örgütte karar verme süreçlerinin "dışında bir yerlerde" bir karar
verici yapılamaz. Yani elbette yapılabilir de o karar verici karar
veremez. Karar verirmiş gibi yapabilir ve başkaları onun "mış gibi"
yaptığı şeyi karar addedip tatbik de edebilir. Ama işin "aslı" başka
yerlerdedir. Ve bu "mesele" sadece işletmelerin karar verme
süreçleri, hatta sadece işletmeler ile sınırlı bir mesele de
değildir. Gerçeklikle hiç irtibatı olmayan böyle tuhaf hayaller,
hayatımızın her alanında bizimle birliktedir.
ELMS ve mevzu ile ilgili bir başka "hatıra"ya geçmeden önce bir ara
not: Sonra, aradan çok fazla süre de geçmeden, Ashby'nin 60larda
kurduğu, Ackoff'un "olmaz öyle şey" diyerek karşı çıktığı hayaller
gerçek oldu. Otomatik fabrikalar kuruldu. Ashby haklı, Ackoff haksız
çıktı. Ama bir teferruatı (!) unutmak olmaz: Otomatik fabrikalar,
önce işçilerin, sonra da karar vericilerin "fabrika dışına"
sürülmesiyle gerçekleşti. Yani Vonnegut'un "Otomatik Piyano"da dile
getirdiği paradoks, "zemin"de büyük ölçekli hafriyat yapılarak
geçekleşti. (Vonnegut sözünü ettiğim romanda, iş süreçlerini
otomatize eden bir mühendisler grubunu anlatır. Mühendisler bilirler
ki, işlerini yaptıkça, onların "kendi" işleri de otomasyona
devredilecektir. Dolayısıyla kendileri de "devre dışı"
kalacaklardır. Yani otomasyona devretme işinin kendisi de otomasyona
devredilecek ve "iş" bitecektir. Yine de yapmadan duramazlar.) Ashby
haklı çıkmış görünse de, aslında bu "operasyon" Ashby'nin kastettiği
şey değildir. Ashby naif bir biçimde, işletme ölçeğinde bir
optimizasyondan söz ediyordu. Ama Ashby'nin hayali, "işletme
dışında"ki kaynaklar pahasına gerçekleştirebildi. Yani bir manada,
işletme içindeki entropi ihraç edildi ve bu iş "dışarıda" çok daha
büyük bir entropi artışı pahasına gerçekleşti. Teferruatına girmek
istemiyorum, ama şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: Ashby'nin
hayalini kurduğu şey bu değildi.
"Tez"imin üzerinden yıllar geçti. Bir yaz başında bölüm başkanım
"Ben tatile gidiyorum. ELMS'ye yeni bir genel müdür atanmış. Geçen
gün uzun uzun konuştuk. Bizim tesis için çok şey yapabileceğimizi
düşünüyor. 20 gün yokum. Genel müdüre senden söz ettim. Bu süre
içinde onu boş bırakma. Ne gerekiyorsa yap." dedi ve gitti.
Deplasmandan hiç hoşlanmazdım. Hatta kendi bölümüm dışında ders
vermekten bile. Tamamen gönülsüz bir biçimde gittim. MRP II moda
idi. Genel Müdür bana, ELMS ölçeğinde bir işletmenin bu tür bir
yazılım desteği olmadan yönetilemeyeceğini, dolayıısyla bir MRP II
paketi almak için (mertebe doğru da kesin sayıyı hatırlamıyorum) 5-6
milyon dolar bütçe ayırdıklarını, bizden beklediği ilk işin, uygun
bir MRP II paketi seçme konusunda ELMS'ye danışmanlık yapmak
olduğunu söyledi. ELMS, muhtemelen Türkiye'de en çok "kalem"
stoklanan tesistir. Akla zarar bir malzeme ve stok yönetimi vardı.
(Çok geçmeden tesisin özelleştirilmesi gündeme geldiğinde derhal
gündemden çıkmasının sebebi, % 80'inden fazlası yıllardır hareket
görmeyen stokları idi. Abartı zannetmeyin, tesis için dile getirilen
fiyatlar, tesisin hareket görmeyen stoklarının "tahmini" bedelinin
altındaydı. Genel müdür, o halde hareket görmeyin stokların
"satılması"nı projelendirmeye kalktığında, sözkonusu stokları
sınıflandırıp fiyatlandırmanın tesisin bir kaç yıllık bütçesinden
daha büyük maliyeti olan bir iş olduğu ortaya çıktı.)
Ben, bir yandan MIS, zaman zaman da Üretim Yönetimi derslerini veren
biri olarak, MRP II paketlerini encamını da takip ediyordum. Pek
biryerlerde başarı kazanmış değillerdi. ELMS'de işe yaramaları
olacak iş değildi. 20 gün boyunca Genel Müdüre, neden ithal bir MRP
II paketinin ELMS'de çözüm değil dert olacağını anlattım.
Başlangıçta kastım bu olmasa da, ilk 10 günden sonra, aynı işi
yapacak bir yazılımı bizim rahatlıkla üretebileceğimiz iddiasını
temellendirmeye uğraştım. Neticede 600 000 dolara (yine mertebe
doğru ama tam da bu kadar dememiş olabilirim) bu program
üretilebilirdi. Aslında kendi yaptığım tahminler 600 adam-aydan
ibaretti. Maaşı 500 doları bile bulmayan biri olarak, döner
sermayenin bana ödeyebileceği en çok 300 dolardı. Dolayısıyla 180
000 dolara döner sermaye için bir 40 000 daha eklesek herkes
umduğundan fazlasını bulmuş olacaktı Hadi 30 000 dolar da tahmin
edilmeyen gider olsun.. Neden 600 000 dolar? Çünkü kendisi için 5-6
milyon dolar gözden çıkarılmış olan bir şeyi 600 000 dolara yapmaya
kalkmam bile tereddüde yol açmıştı. Yine abartısız söylüyorum: Genel
Müdür işi benim yapabileceğime "inanmıştı". İnanılmaz görünen
fiyattı.
Sonra bölüm başkanım tatilden döndü. Ona rapor verdim ve 600 000
dolarlık MRP yazılımı işi için her türlü zemin hazırlığını yaptığımı
söyledim. Gidip imzayı atması gerekiyordu. Bölüm başkanım 600 000
dolar lafını duyunca yerinden sıçradı. Bana güvenirdi (güvenmese
Genel Müdürün markajı işini benim gibi ünvansız birine vermezdi en
azından). "Yaparım" dediğim işi yapamayacağım hiç aklına gelmezdi.
Ama telaffuz edilen para bölümün bütçesi filan ile mukayese
edildiğinde öyle bir paraydı ki, bütün şimşekleri üzerimize
çekmememiz olacak iş değildi. 2-3 gün bölüm başkanını bu işin bize
sağlayacağı muhtemel avantajları anlatarak ikna etmeye uğraştım.
Olmadı. Bu projenin "bölüm tarafından" benim istediğim şartlarda
kabul edilmemesi, benim bölümden istifa etmemle son bulacak bir
süreci tetikledi.
Hayatımın hiç bir döneminde böyle "paket çözüm"lere inanmadım.
Yanlış oldu. MIS tezi yapmaya kalktığımda inanıyordum. Bir kaç yıl
ve bir kaç bin sayfa sonra inanmamaya başladım. İnandığım vakitler
dünyanın ahvali hakkında "hiç bir gerçeklik tarafından teyid
edilmemiş" Ashbyvari bir "tasavvur"um vardı. İnancımı kaybettiğimde
ayaklarım yere bastı. Ayaklarım yere basınca, antik inancım
hakkındaki son şüphe kırıntıları da kayboldu. Aradan yıllar geçti.
Cringely bilgiişlem endüstrisi hakkında ünlü "Accidental Empires"
adlı dedikodu kitabını yazdı. "Paket çözüm"lere inanmamakla ne kadar
haklı olduğumu, bir de "işin öte yanından" teyid etmiş oldum.
Paketlerin sınanmışlık, destek vs gibi konularda ne kadar mühim
avantajları olduğunu elbette biliyorum. Ama dayattıkları
standartlaşma, fiyat vs gibi dezavantajlarının, kendi başlarına, bu
avantajlardan çok daha büyük olduğunu iddia ediyorum. Ama bir başka
"maliyet" daha vardı ki, bir türlü anlatmaya dilim yetmiyordu.
Turgut güzelce anlatmış: Programı hazırlama sürecinde kazanılanlar,
programdan edinilecek olanların hepsinden çok daha kıymetlidir
genellikle.
Sevgiler
Cemal
[METU-IE-ALUMNI:578] Re: Seyfi Usta'nin bilgisini kitaba aktarmak
yetmiyor
Per 08.04.2004 01:33 |