Müspet ilimlerde,
bilimsel araştırmanın objektivitesine, yani sübjektif değer yargısı
ve tercihlerin bilim alanı dışında bırakılması gerektiğine inanılır.
Yani buna göre bilimsel araştırma ile bilimsel olmayan araştırma
veya sorgulama arasında bir sınır çizgisi (demarcation line) var.
Mesela Herbert Simon gibi pozitivistlere göre bilimle uğraşırken
çizginin bilim tarafında kalmak hem mümkün hem de gereklidir.
İnsanın bilgiyi, uygulamada kullanmak amacıyla (instrumental
interest) aradığı gibi sadece bilmiş olmak (cognitive interest) için
aradığı da doğrudur. Mesela bilimin temel varsayımlarından birisi
'bilmek, bilmemeye üstündür' diye ifade ediliyor. Buna rağmen bence
son tahlilde uygulama saikini göz ardı etmemek daha doğru olur. "Pure
science" dediğimiz doğa bilimleri dahi sonunda uygulamalara yol
açar. Şöyle de diyebiliriz: teorik ve uygulamalı disiplinleri kesin
biçimde birbirinden ayırmaya çalışmak pek anlamlı değil; hatta doğa
bilimleri nerede biter, toplum bilimleri nerede başlar, o dahi
belirsizleşmekte. Bu tespit mantıklı olmakla birlikte karşımıza
derhal şu soruyu dikiyor: eğer uygulama söz konusu olacaksa "demarcation"
hattının ötesine geçmemek mümkün olabilir mi? Bana sorarsanız
olamaz; pozitivistler kabul etmeseler de bu sorunun kısa ve kesin
cevabı bence budur. Bence bunun böyle olduğunu anlamak için
felsefeye de lüzum yok.
Ama gelin görün ki bu konu Kant'tan yüz yıl sonra, 20. yüzyılın ilk
yarısında hararetle tartışıldı. Örneğin daha önce sözünü ettiğim
Viyana grubu (Wiener Kreis), toplumbilimci Comte ve fizikçi Mach'dan
tevarüs ettikleri pozitivizmi Frege, Russel, Wittgenstein vd.'den
esinlenerek nihai bir sistem haline getirmeye çalıştılar.
(Aralarında matematikçi Hahn, fizikçiler Frank ve Schlick, ünlü
Gödel gibi zamanın önde gelen bilim adamları yer alıyordu. Çoğu
Marksist ve Yahudi kökenli grup 1940'lara doğru dağıldı. Grubun
lideri Schlick, kendisini Yahudi zanneden genç bir Nazi tarafından
üniversitenin merdivenlerinde öldürüldü. Katile daha sonra bir Alman
üniversitesinde doktora derecesi verildi diye okumuştum.
Viyanalıların bir kısmı İngiltere'ye bir kısmı ABD'ye göç etti.
Reichenbach galiba bir ara İstanbul'da oturdu. Carnap doktora için
zaten ABD'den gelmişti, yine oraya döndü ve çok etkili oldu; ABD
bilim çevrelerinde pozitivist anlayış her şeye karşın sürüp
gidiyor.)
Viyanalılara göre ampirik verifikasyona tabi olmayan, örneğin "her
olayın bir nedeni vardır" gibi apriori sentetik önermelerin hiçbir
anlamı yoktur. "Logical empiricism" diye anılan bu pürist akım daha
önce de belirttiğim gibi eleştirici felsefe diyebileceğimiz ve yine
kıta Avrupa'sında gelişen muhtelif akımlar tarafından kıyasıya
eleştirildi. Frankfurt ekolü bunlar arasında, modernite çizgisinden
hareket eden ve Marksizmin eksiklerini tamamlamayı hedefleyen
başlıca akımdır. Ekolün son temsilcisi Habermas hala aktif;
Habermas'ın düşüncesi yöneylem araştırması metodolojisini de
etkiledi. (Modernizm ötesinde çok önemli başka çizgiler de var;
özellikle Althusser'ın öğrencisi Foucault, sonra Derrida vd.)
Görüldüğü gibi metafizik (yani realitenin mahiyeti nedir sorusu) ve
mantıkla birlikte felsefenin çekirdeğini teşkil eden epistemoloji
(yanı bilme iddiasının meşruiyetini sorgulayan kuram), Plato'dan
beri gündemden düşmez. Ben özellikle yöneylem araştırmacısı olarak
pozitivizmin eksiklik ve sakıncalarının farkındayım, ama bunu
söylerken örneğin Viyanalıları doğru dürüst anladığımı dahi iddia
edemem. Öğrendiğim kadarıyla Viyana grubunun bilim felsefesi
dışındaki etkileri çok daha kalıcı oldu; analitik felsefenin
gelişmesine yol açtılar.
Her neyse. Gördüğünüz gibi konu epey karışık; neyi nasıl
özetleyeceğimi ben de bilemiyorum. En iyisi sonuca gelmek: bilimsel
araştırma ile uğraşan bilim adamı bu konuları bilmek zorunda mıdır?
Buna iki cevap verebilirim.
Birinci cevap söyle: Bilim adamı eğer "scientist" tanımına uyuyorsa,
yani mesela Bilada gibi deneysel araştırma yapıyorsa, bilim
felsefesinin laboratuvarda uygulanan yöntemlere, yani bilimin
icrasına, fazla bir katkısı olmaz. Bilada'nin dinlediği konuşmacı da
aynı cevabı vermiş zaten. Ama eğer iktisat, sosyoloji, psikoloji,
işletme, siyasal bilgiler vb konularla uğraşıyorsak bilim felsefesi
sorgulama yöntemi için daha önemli olacaktır. Bizler (YA/EM) için
özellikle öyledir.
Bu cevap yeni bir şey söylemiyor ve fazla bir önemi yok; asıl önemli
olan bence ikinci cevap:
Pozitivist yöntemin yanılmazlığı ve yansızlığı iddialarına inanan
bir araştırmacıyı az bir zorlamayla bir otomatona benzetebiliriz.
Yaptığı işten kuşku duymayan herkes aslında bir otomatondur; yani
nasıl davranacağı önceden bilinebilir. Bu durum araştırmanın yer
aldığı geniş çevre içinde yerleşik ve geçerli iktidar ilişkileri
açısından son derece önemli ve elverişli fırsatlar hazırlar. Geniş
çevrede yer alan tüm insanlık pratiğidir ki, bilimsel sorgulama o
pratiğin sadece bir parçasını oluşturur. Kudret sahiplerinin,
yerleşik düzeni alemin doğal düzeni olarak göstermek isteyeceklerini
tahmin etmek zor değil. Bunu yapmanın en etkili yolu işe, o düzenin
dinamik ve kurallarının, bilimi bilim olmayandan ayıran "demarcation"
hattının, bilim tarafında kalan kesiminde yer aldığına, yani o
dinamiklerin değer yargılarından masun olduğuna, bilim adamını
inandırmaktır. O zaman bilim adamı objektivite illüzyonu içinde,
yani tarafsızlık ve saygınlığını korumakta olduğu ve tarafsız bilim
adına konuştuğu zannıyla, aslında düzene (yani büyük harfli Sisteme)
hizmet eden bir otomatona dönüştürülebilir. Araştırma gündemini
önüne koyar, hedefi işaret eder, düğmeye basarsınız. Özellikle
Amerikan üniversiteleri ve araştırma merkezleri bu türden bilim
adamlarıyla dolu. Teorik veya uygulamalı, doğal veya sosyal
bilimlerle uğraşıyor olmak bir şey değiştirmez. Yani laboratuvara
kapanıp masumiyetimizi koruma olanağı yoktur.
Yani önümüzde duran ve göğüslememiz gereken sadece realite değil
aynı zamanda hakikattir. Eleştirici felsefenin işaret ettiği sorun
işte tam da budur. O nedenle iktidar odaklarının kontrolü altında
olan bilim çalışanlarının sapkın bir bilim felsefesi ile akıllarının
karışması istenmez. Akılları karışanlar aforoz edilme, işsiz kalma
tehdidi altındadır. Öyledir ama hakikati böyle sansür etmek önünde
sonunda realitenin de sansürü neticesine yol açar. Bu, iktidarların
da işine gelmez; yani diyalektik ikilemlerden kolay kurtuluş yoktur.
(Özellikle bizim mesleğimizde bu ikilem hayati önem taşır: YA/EM
uygulamaları açısından bilim felsefesi veya eleştirici bakış, ille
de alemin düzenini değiştirmek için değil, örgütlerin pratiğinde
kabili tatbik değişimlere yol açabilmek için gereklidir).
Velhasıl hem ikinci cevabın ne olduğu belli; hem de birinciden neden
çok daha önemli olduğu. Eleştirici felsefe yoksa eleştirici akıl da
olmaz. Ne yaptığımızı bileceksek felsefeye sırt çeviremeyiz.
Bu mesajı yazmak en az dört saatimi aldı; acaba kaç kişi okuyor diye
merak ediyor ve sahiden ara veriyorum.
Sevgiler.
Çağlar Güven
Per, 1 Tem 2004 10:32:32 |