Cevap: Bilim felsefesi
yapmaya yarar.
Bugün bilim yapanların bir çoğu, bir vakitler bilim felsefesi
yapanların (onlar yaptıklarına herhalde "bilim felsefesi"
demiyorlardı, ama onların yaptıklarını bugün bu başlık altında
tasnif edebiliriz) yapmış oldukları felsefenin de etkisiyle
şekillenmiş olan bir "zihniyetin içinde" bilim yapıyorlar.
Bilada'nın bilim yapmak için Hume'u ve saireyi bilmesi lazım gelmez.
Ama bu Bilada'nın yaptığı şeyde Hume'ların Kant'ların yapıp
ettiklerinin etkisi olmadığı manasına da gelmez. Çok kabaca şöyle
söyleyeyim: Eğer Hume, Kant ve sair zevat yaptıklarını yapmamış
olsalardı, bugünün bilim insanları da yaptıklarını şimdi yaptıkları
gibi yapmayacaklardı. (Bilada'nin sözünü ettiği "falsibility" ve "testability"
de gökten zembille inmiş kriterler değil. Bütün tarih boyunca
herkesin zaten biliyordu olduğu şeyler de değil, mesela.)
Ben Prof. Lipton'un dediğine, kendi hesabıma katılıyorum: Bilim
insanları nasıl bilim yapacaklarına karar vermek için bilim
felsefesi öğrenmek zorunda değiller. Ama bu, bilim felsefesinin
lüzumsuz bir faaliyet olduğu manasına gelmez. Gelmediği, herhalde,
Prof Lipton'un kendisinin bilim felsefesi yapmayı sürdürüyor
olmasından da bellidir.
Hoca Nasreddin'e sormuşlar, "Her sabah herkes başka başka yönlere
gidiyor, neden?" Cevabı dahice: "Herkes aynı yöne gitseydi dünyanın
dengesi bozulurdu." Herkes uzunca bir vakittir aynı yöne gidiyor ve
dünyanın dengesi de bozuldu.
Böyle bir "fact"tan yola çıkarak "risale"ler yazmak neden lüzum
ediyor? Çünkü, kolaylıkla, "bilim insanlarının nasıl bilim
yapacaklarına karar vermesinde bir etkisi olmadığına göre, bilim
felsefesi de lüzumsuzdur" gibi bir neticeye kısa yoldan
erişilebiliyor. (Daha hafifletilmiş bir ifadeyle, "bilim felsefesi,
bilim yapanların faaliyetlerine doğrudan etki edecek hale
dönüştürülmelidir" neticesine varılıyor.) O vakit de, bu neticeye
varmayı sağlayan "zihniyet"imizi deşifre etmek lazım geliyor. O da
--en azından benim-- kısaca yapabileceğim bir şey değil.
Yani sevgili Ercan, zarif de olsa bu tür iğnelemeler bence haksız.
Ayrıca,
> Olsa olsa, ileride, "biz bu tarih bilgisiyle, Irak'ta ne olup
bittiğini,
> başımıza ne geleceğini zor anlarız" gibi şeyler yazabilirim ama,
> ulemanın, "behey mübarek, kendin için konuş, biz Katerinaları
> biliriz, karıştırmayız" demesinden korkarım, "neticeden"
susarım...
diyorsun ya, "ulema" eğer böyle bir laf ederse bence de onlar haksız
olur. Bir film seyredip, ardından bir gazete haberi okuyup, sonra da
bu tür neticeler çıkarabilsin, bu soruları sorsun diye yetiştirilmiş
senin gibi biri, bugüne kadar doğru dürüst bir Baltacı filmi
seyredememişse, ortada aksayan bir şeyler olduğu --bence-- açık.
Sana, bana, bize, şimdiye kadar eğer doğru dürüst bir Nasreddin
felsefesi anlatılsaydı (bu hususta bence dahice bir teşebbüs
--yanlış hatırlamıyorsam-- Teo Grünberg'in Bilim ve Teknik'te bir
vakitler dizi halinde yayınlanan "Nasreddin Hoca ve Sibernetik"i
idi), Takiyüddin'in rasathanesinin başına ne geldiğini, nasıl
geldiğini, neden geldiğini anlatan filmlerimiz olsaydı, o filmleri
seyrettikten sonra neleri merak edebilecekti olduğun, neleri
öğrenecekti olduğumuz filan, senin mesajından son derece açıkça
görünüyor bence. O durumda Irak meselesiyle yine başa
çıkamayabilirdik, ama --bence-- bu başa çıkamama hali, şimdiki
halimizden anlamlı ölçüde farklı olurdu.
Bu vesileyle Şölen'in mesajı hakkında da düşündüklerimi özetleyeyim:
Ben insanların mutluluğu filan gibi kavramları referans almayı
sevmem. Mutluluğu eğer vücudun kimyası ile ilişkilendirirsek, belki
benim açımdan kullanılabilir bir şey olur. Öte yandan sürünün bir
koyunu olmayı seçmeye hiç itirazım yok. Ben sadece ve yüksek sesle,
sürünün bir koyunu olmak istemeyenlerin olmamayı başarabilecekleri
bir toplumsal düzenleme talep ediyorum. İddia ettiğim şey, insanın
"kader"inin sürünün bir koyunu olmaktan ibaret olduğunu varsayan bir
zihniyete sahip olduğumuz. Türklüğün neferi, İslam'ın neferi,
Cumhuriyet'in neferi, Aydınlanmanın neferi, Avrupalılığın neferi,
ama ille bir şeyin neferi olmak zorunda olduğumuz bir toplumsal
düzenleme içinde yaşıyoruz. Bu toplumsal düzenleme kader değildir.
Biçimsel (formel) bir eğitimin neticesinde kabul ettirilmiş bir şey
de değildir. Nasıl Bilada Hume'u okumadan ve bilmeden de Humecü bir
çerçevenin "içinde" bilim yapıyorsa, biz de, okuyup bilmediğimiz bir
perspektife sahibiz, onun içinde yaşıyoruz. Kendimce göstermeye
çalıştığım şey, şikayet ettiğimiz şeylerin, aslında zihnimizin bu "pattern"i
ile çok yakından ilişkili olduğu. Bu listenin üyelerinin pek çoğu,
"prensip olarak" bu iddiaya yabancı değil. Çünkü başımıza
gelenlerin, "bizim dışımızdaki ahali"nin sahip olduğu perspektif
yüzünden başımıza geldiğinden pek az kişinin şüphesi var. Ben ise
bizi böyle düşünmeye (ve dolayısıyla da ona göre davranmaya) sevk
eden "formel bir biçimde öğretilmemiş ama yine de
içselleştirdiğimiz" bir baksa perspektifin varlığını iddia ediyorum.
Ahaliyi sürü gibi görürken, aslında kendimizin sürüleştirildiğimizi
iddia ediyorum.
Bir defa daha deneyeyim ve basitçe söyle sorayım: Bilim felsefesi ne
ise yarar sorusu nasıl bir zihne düşer? "Ne işe yarar?" diye sormaya
başlarsak, ve diğer her şeye bu soruyu tatbik edersek, elimizde ne
kalır? Yarar kimin yararıdır? Bilada'nın her mesajından bir yığın
şey öğreniyorum ve bu mesajı da istisna değil. Bu mesajında da
itiraz edeceğim herhangi bir şey yok ayrıca. Ama masumca sorulan bu
soru zihnimizde o kadar masum şeyleri mi tetikliyor? Ercan'ın
kendisini, mesajının sonuna "Bu adam bunları neden yazdı diyorsanız"
diye eklemek zorunda hissetmesi ile "Bilim felsefesi ne ise yarar"
diye sormak arasındaki bağlantı o kadar saklı bir bağlantı mı?
Dünyaya böyle (şu ne işe yarar diye) bakıyor olmak kaçınılmaz bir
hal midir?
Dünyaya böyle bakmak, böyle bakanın ne işine yarar? Bir işine yarar
mı?
Maliyeti nedir? Biz dünyaya böyle bakmayı nereden, kimden öğrendik?
Ve saire..
Sevgiler
Cemal
Per, 24 Haz 2004 15:47:20 |