Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

Borçka

Necip Özbey

Doğu Karadeniz:
Onur Ataoğlu

Borçka
Necip Özbey

Sümele Manastırı
Utkan Ekinci

 

Sevgili Onur, bu gezini paylaştığın için çok teşekkürler. Çocukluğunun 3 senesini Çoruh'un kıyısında geçirmiş. İlkokula Borçka Merkez'de başlamış biri olarak (1961) çocukluk hafızama kazınmış bazı şeylerin hala aynı olduğunu duymak inan çok hoş oluyor. Ben sadece Borçka, Hopa, Sarp, Maradit (Muratlı galiba) ve Artvin'i gördüm ve hatırlayabiliyorum. Ve o zamandan bu zamana bir kere daha o yerlere gidemememin eksikliğini duyuyorum. İnşallah bu eksikliği daha da uzatmadan tamamlayacağım birgün.

-------------------------------------------------------------------------
Aşağıda yaşamımın EN ilginç biraz da acıklı bir anısını anlatacağım. Biraz uzun olabilir sadece çocukluk anısıdır ilgilenmeyeceklerin dikkatine...
-------------------------------------------------------------------------
Azgın akan bir Çoruh, Borçka'da nehir kenarındaki 4 katlı ahşap apartmanımız, yazın nehir kıyısındaki kumsalda oyun oynamamız, Borçka'nın meşhur Alman köprüsü (galiba artık yok), Maradit'e giden daracık yol ve Indiana Jones filmlerindeki gibi asma köprüden araçların geçişi, Maradit'teki Çarlık Rusya'sı zamanından kalma av köşkünün yanındaki minarenin tepesinden makaslı dürbün ile Çoruh'un karşı yakasında Maradit köyünün SSCB'nin topraklarında olan parçasının (Yaklaşık 100-150 metre) 24 saat gözlenmesi, oraya 5-6 km uzaklıktaki Dereiçi Sınır Karakolu, bu karakolun komutanı olan babamın Ruslarla (Rus karakol komutanı Binbaşı Aleksi, Yüzbaşı tercüman Balatov ve Gürcü Binbaşı İsmailov) "Sınır Taşlarının Temizlenmesi" çalışmalarına benim de çocuk izleyici olarak katılmam, beni ilk defa gören Kızıl Ordu Yüzbaşısı Balatov'un sovyet istihbarat gücünü göstermek için babama Türkçe "Bu Necib değil mi?" diye sormasının ve İzmirli şeceremizi saymasının babamı şaşırtması, üsteğmen olan babamın 1960 ihtilalinde geçici olarak Borçka Belediye Başkanı, yakın arkadaşı üsteğmen Burhan amcanın da Murgul Bakır İşletmelerine Müdür olması, bu işletmenin sinemasına gitmemiz, şimşir ağaçlarıyla (!) örtülü dik yamaçlara tırmamamız ve toprağın üzerinde oluşmuş oluk gibi bir yağmur kanalında kaymaktan pantalonlarımızı parçalamamız, düşündükçe çocukluğumun en yoğun geçtiği bu dönemlerin hiç unutmayacağım birçok olayını daha sıralayabilirim. 

Ama ben en ilgincine değinmek için klavyeye oturdum. 6 yaşında iken Borçka'daki Piyade Tabur'unun ayısıyla benim aramdaki hüzünlü bir anı bu. Gerçek, sevimli, yetişkin bir AYI ile... 

1959 yılında yörenin avcıları dağda bir ayıyı öldürüyorlar. Arkasından da iki küçük yavrusunu buluyorlar. Duruma üzülüp doğada telef olmasın diye küçük yavruları yanlarına alıp Borçka'ya getiriyorlar. Eee kim bakacak yavru ayıları? Birini Borçka Orman İşletmeleri Kereste Fabrikasına, diğerini de Piyade Taburuna veriyorlar. Kereste Fabrikasındaki yavrucak daha küçük iken bir tomruk kamyonunun altında can veriyor. Taburdaki yavru emniyetli bir askeri bölgede karavana artıkları, asker tayını derken büyüyüp oluyor koca bir ayı. Ama insanlara alışık, evcil, şakacı bir hayvan. O zamanlar genç, iri yarı bir subay olan babamın onunla güreşir gibi oynadığı hatırlıyorum. Tabur içinde serbest dolaşan hayvan bir yere ayrılmıyor, kimseye zararı görülmediği için kimse de ondan korkmuyordu. Ara sıra tabura giden biz birkaç subay çocuğu da dahil. Ancak bir gün Tabur Komutanının bahçedeki kamelyasında sandalyesinin arkasına astığı kürk yakalı gocuğunu çok beğenip (herhalde kürkü kendisine yakın bulmuş) onu oradan yürütüp kaçırınca ceza olarak komutan tarafından mesai saatlerinde talim sahasının yanındaki ağaçlara bağlamaya mahkum edilmişti. Tabii hayvan serbest dolaşmaya alışmış orada sıkılıyor. Babamla tabura gittiğim o makus gün, daha önce olduğu gibi, onunla birlikte eğitim sahasındaki askerleri seyretmeye gittim. Bizim sevimli ayımızda ağacına bağlı masum masum oturuyor, etrafa bakınıyordu. Daha önce de olduğu gibi hemen onunla ilgilenip sevmek için yanına gittim. Bir an nasıl olduğunu anlamadığım ve hatırlayamadığım kargaşa oldu. Sadece babamın bağırmalarını ve çevremdeki askerleri anımsıyorum görüntü olarak. Kısaca olay şöyle gelişmiş ; ben hayvanın yanına gidince o da benimle ilgilenmiş, sağ bacağımdan tutup (!) beni kendine çekmek istemiş. Babam bir an sonra bacağımı ayının ağzında beni yerde görünce koşarak gelip hayvanın üstüne atlamış ve kulaklarından yakalayarak ayağımı bırakması için hayvanın başını sallamaya sarsmaya başlamış. Ayıcık da bu oyunu sevmiş beni kolay bırakmamaya karar vermiş. Babamın bağırmasına gelen erlerin olaya müdahalesiyle bacağım hayvanın ağzından çıkarılmış. Bundan sonrasını hatırlıyorum. Askerler beni ayağa kaldırdıklarında çok nadir giydiğim kahverengi uzun pantalonumun (kışları haricinde genelde hep kısa pantalonla yetindiğim için) yırtıldığını ve kanlandığı görünce üzüntümden ağlayacak gibi oldum. Çünkü olayın sıcaklığından henüz canımı yakan bir şey yoktu. Ama revire gelince sağ baldırımın önünde 3, arkasında 3 ayı dişinin izleri kan revan içinde ortaya çıktı. Bir diş izi biraz fazla derin ve büyük olduğu için ona dikiş atıldı. Bu sırada duyduğumuz silah seslerinin nedenini sonra öğrendim. Hayvanı çok sevdiğini bildiğim babam çocuğunun başına gelenlerden çılgına dönmüş, onu piyade tüfeğiyle vurarak öldürmüştü. Sonra da askerler ölen hayvanı Çoruh nehrinin azgın sularına atmışlardı. (Herhalde daha sonra Rusların nehirde kurulu çelik ağlarına takılmıştır. O zaman bizim tarafta böyle bir düzenek yoktu. İnsanların kaçan kanoları veya nehrin sürüklediği herhangi bir şey Sovyet tarafındaki çelik ağa takılır, kıymetli olan şeyleri onlardan geri rica ederdik...)

Sonra ne mi oldu, kısaca özetleyeyim. Eve ayağım sarılı babamın kucağında geldim. Babam ne olduğunu soran anneme hala hatırladıkça çok güldüğüm "Taştan düştü" gibi bir yanıt verdi. Annem yemedi, biz doğruyu itiraf edince "Ayı nerede peki şimdi?" diye sordu. Babam önce gak guk edip sonra durumu anlattı. Annemin "Sen deli misin, hiç hayvan öldürülür mü, ya kuduz ise?" sorusuyla başlayan tepkisini (Daha önce Uzunköprü'de sokakta sevmeye çalıştığım köpeğinin ısırması nedeniyle 15 kuduz aşısı olmuştum) kimse sakinleştiremedi. Tabii taburun doktoru dahil kimse bu konuda garanti veremedi. Sonunda Tabur Komutanının tahsis ettiği makam cipi (Cherokee değil tabii Willys marka askeri cip) ile Artvin'deki Devlet Hastanesine gidildi. Oradan kuduz aşısı alındı. Bu arada Artvin Hastanesi personeli ayının benimle sadece oynamak istediği konusunda hemfikir oldular. Karşılaştıkları ayı saldırısı olaylarındaki vehameti bana değil ama ebeveynlerime anlatmışlar onları sakinleştirmek adına. Sonradan anladığımız ayıcık şiddet göstermiş olsaydı şu an sağ bacağımın olmıyacağı idi. 20 adet kuduz iğnesi yedim. Bonus olarak ayının dişlerinde olabilecek tetanos virüsü sebebiyle bir de tetanos aşısı oldum. Ayağıma 7-8 gün pansuman yapıldı. Böylece olay sona erdi. Ayıcık ise canını kaybetti. Babamı hiçbir zaman haksız bulamadım tabii. İnsan o anda neler düşünür neler hisseder şahsen ben yaşamak istemem iki çocuk sahibi bir baba olarak. Keşke o gün hayvanın yanına gitmeseydim diye düşünür üzülürüm hala aklıma geldiğinde...

Bu bahaneyle bende bu 40 senelik anımı kaleme aldım ve sizlerle paylaşmış oldum. Okuyanlara teşekkürler.

Pardon söylemeyi unuttum : o zaman tabur doktorunun "ömrün boyunca hep kalacak" dediği gibi bacağımdaki altı adet diş izi hala duruyor. - ispat olarak hani :-))

Necip Özbey '76

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler