Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

Türkiye Haritasının Sağ Üst Köşesi

Onur Ataoğlu

Doğu Karadeniz:
Onur Ataoğlu

Borçka
Necip Özbey

Sümele Manastırı
Utkan Ekinci

Sabah uyandığımda pencereden aşağı bakıyorum, bulutların arasından yaklaşık 800 metre aşağıdaki Murgul ilçesi gözüküyor. Uçakta değilim, Karadeniz Bakır İşletmelerinin Artvin-Murgul-Damar'daki misafirhanesindeyim. Doğu Karadeniz Dağlarının dik yamaçlarında, altımızdan akıp giden bulutları seyrederken, yer yer karşı yamaçtaki ormanlar beliriyor. Yeşil, kırmızı, sarı ve kahverenginin sonsuz tonları sisler arasından harika manzaralar sunuyor.

Bir önceki akşam Trabzon'dan Murgul'a gelip, maden sahasında yer alan patlayıcı tesislerine giderken KBİ'nin bakır çıkarmak için yiyip bitirdiği tepeyi görüyoruz. Koni şeklindeki tepenin yarısı uçmuş. Cevher patlayıcılarla indirildikten sonra, kırıcılardan geçirilip Murgul'a indiriliyor. Çamurumsu cevherin su ile akışkanlığı artırıldıktan sonra, karşı yamaçta yükselen dimdik bir boru hattına basılıyor ve Karadeniz dağlarını boruyla aşan bakır madeni Hopa Limanına kadar gidiyor. O zaman anlıyorum yolda niye bakır taşıyan kamyon görmediğimi...

Murgul'da eskiden bir de saflaştırıcı tesisi varmış, bakır cevherini saflaştırmak için. Ancak, kullanılan sülfür bazlı kimyasallar, arıtma tesisi de kurulmadığı için civarda asit yağmurlarına sebep olmuş. Murgul'dan yukarı doğru, Damar yaylaları tamamen kuruyup çoraklaşmış (yaklaşık 15 yıl önce) Ancak bölgenin vahşi doğası kendini hızla yeniliyor, Anzer yaylasına yakın türde çiçek yetişen yaylalar eski günlerine kavuşuyor. (Yörenin balı gerçekten nefis, arı nesli bozulmasın diye yabancı arıcıların kovan getirmesi yasak ...)

Murgul'da eski saflaştırma tesisinin olduğu yerler terkedilmiş bir harabe gibi, çok güzel bir film platosu olur. Damar'da maden çok azalmış, herhalde 2002 sonunda üretim duracak. Bakır, Damar'ı ihya etmiş, 1970'lerin sonunda bu beldede çalışan (ve iyi kazanan) yaklaşık 3000 işçi, sinema ve tiyatro salonu varmış. Şimdi sinema ve tiyatro kalmamış, işçiler kazandığı ile Borçka'daki "turistik" otellere gidiyor. (Karadeniz bölgesinde bir otelin sıfatı "turistik" ise, oradan uzak durun... garip bir niteleme, turistik olmayan otel nasıl oluyorsa?)

Bakır madeninde çok zor şartlar altında çalışılıyor. Kış gelince zaten dünya ile irtibat azalıyor, ayılar ve kurtlar ile başbaşa kalınıyor (neyse ki ayılar kışın uyuyor). İşçiler cevheri çıkarmak için, o devasa kamyon ve iş makinalarını öyle yerlere çıkarıyor ki, benim diyen dublör cesaret edemez. Kısaca, diyeceğim o ki, doğal kaynaklar çok zor elde ediliyor, kullanırken kıymetini bilelim. Bakırın en önemli kullanımlarından birisi kablo; olur olmaz her yere kablo döşemeyelim, onu elde etmek için insanların hayatını tehlikeye attığını ve doğayı tahrip ettiğimizi hatırlayalım. Bu sırf bakır için geçerli değil tabii...

Murgul-Damar'a ulaşmak için bir gece önce Trabzon'a gelip, ertesi sabah erken Rize-Artvin yoluna çıktık. Özellikle Çayeli'nden öteye manzara inanılmaz. Solumuz Karadeniz, sağımız ise yeşil bir duvar. Gerçekten duvar, çünkü zengin bir bitki örtüsü ile kaplanmış dağlar yola 90 derece açı ile yükseliyor. Birkaç yüz metrede bir, bu duvardan yol kenarına dökülen şelalelere rastlıyoruz. Ankara civarında olsalar, hafta sonları yanına koşup hayran hayran seyredeceğimiz bu şelalelerin yüzüne burada kimse bakmıyor.

Rize'den sonra Laz bölgeleri başlıyor. Bölgenin tarihi çok eski, Ion kolonileri bile buralara gelmiş (bakır için). Hatta, Rize'nin Pazar ilçesinin eski adı Atina (Athena), pazar yeri anlaminda... Pazar ve Ardeşen Laz... Arhavi ve Hopa da. Ancak, Arhavi ve Hopa'nın laz dili ve kültürü, Pazar ve Ardeşen'den farklı. Bu kadar küçük bir yörede bile farklı etnografik gruplar... Inşallah hem bizler hem de kendileri bu farklılıkları (sadece) kültürel zenginlik olarak algılarlar.

Hopa ve Arhavi arasında büyük bir rekabet süregelmiş; limanın yapılacağı yere karar verilmesinde rekabet zirveye ulaşmış. Liman Hopa'da, ancak Arhavi de, limanı kaçırsa da, farklı bir yapı kazanmış. Arhavi'ye Doğu Karadeniz'in Paris'i deniyor, halkı okumuş, kültürlü, daha rafine zevklere sahip. Kendilerini "özenli" olarak tanımlarken, Hopalılar onlara "özenti" diyor. Bunun sebebi olarak, (ekonomi tıkırında iken) yaptırdıkları evlerde Italya ve Fransadan ithal yapı ve dekorasyon malzemeleri kullanmalarını gösteriyorlar.

Çayeli'nden ötede, yolculuk yaptığımız araba bozuluyor. Murgul'a gitmek için dolmuşlara biniyoruz. Yerel radyolar fıkra gibi, gündemleri kendilerine özgü... Bir tanesi uzun uzun Pazar'da kurulan yerel kültürler derneğinin düzenlediği horon yarışmasının sonuçlarını tartışıyordu, bir diğerinde ise dinleyici sorularını cevaplıyorlardı; yaşayan bir fıkra, sorusunu soruyor : "sünnet gerçekten faydalı mı, boşuna mı kestiriyoruz?" dolmuşça gülüştük.

Yolculuk boyunca her daim yerleşim bölgesindeyiz; şehirlerarası yol diye bir şey yok. Yerleşim bölgelerinin birinin bitiş tabelası ile diğerinin başlangıç tabelası, aynı direk üzerinde alt alta... Balıkçılar köyü biterken Merdivenli köyü başlıyor, o biterken Soğanlı köyü başlıyor, o biterken bir diğer Balıkçılar köyü başlıyor.. Yani, hız sınırı Samsun'dan Hopa'ya kadar her daim şehir içine göre, radar tiryakilerinin aklında olsun... Inekler arabaları insanlardan daha fazla umursuyor; yol kenarından yürümeye özen gösteriyorlar. Insanlar ise sallana sallana yolu geçiyor, korna çalarsanız size pis pis bakıyorlar.

Bir çelişkiye hemen açıklama getireyim; hem yolun bir tarafı yeşil bir duvar, hem de yerleşim bölgesi hiç bitmiyor dedim.. Evet, insanlar o yeşil duvarlara evler kondurmuş yaşıyorlar. Eğimin 90 dereceden 80-85 dereceye düştüğü bir toprak parçasına hemen ev kondurulmuş. Zar zor ayakta durabileceğiniz bir eğim ise, Karadenizde düz bir tarla; hemen çapalayıp mısır ekiyorlar. (10-15 metrekare bile olsa) Daha dik eğimlerde çay ekili; çay çok güzel bir peysaj yaratmış.

Mısır yörenin en önemli besini; serenderlerde kurutuluyor, değirmenlerde öğütülüyor ve kış boyunca mısır unu kullanılıyor. Mısırın en büyük düşmanı (özellikle Artvin yöresinde) ayılar, süt mısıra bayılıyorlar. Mısırların dibinde lahana da yetiştiriliyor, kışın karın altında kaybolmasınlar diye, lahanaların yanına sopa dikiliyor.

Dağlardan gelen akarsuların ağzı, kıyılarda yerleşilecek kadar düzlük bırakmış, buralara Pazar, Ardeşen, Fındıklı gibi ilçeler kurulmuş. Bu akarsuların vadilerine girildiğinde, çok güzel bir doğa ile karşılaşıyorsunuz. Bunlardan en meşhuru, Ardeşen'den içeri uzanan Fırtına deresi vadisi.. Bu çok güzel vadinin iç taraflarında Çamlıhemşin yer alıyor, (Pazardan içeri girince de Hemşin var, ama orası da çamsız sayılmaz)... Çamlıhemşin komik bir yerleşim yeri; zaten daracık bir vadide, ortasından bir cadde geçiyor, cadde ile dere arasında bir sıra ev, cadde ile dağ arasında da bir sıra ev var, o kadar... başka sokak falan yok, adres tarif etmek çok kolay.. İlçenin çıkışındaki tek düzlüğe jandarma karakolu futbol sahası yapmış.

İlçe çıkışından sola ayrılan yol, bir başka derenin vadisinden Ayder yaylasına çıkıyor. Ayder, gerçekten ününü haketmiş bir doğa harikası. Yaylada birçok küçük otel ve pansiyon yapılmakta, yakında konaklama imkanları artacak. Burnunuzun dikine bakarsanız, sonbaharın renk cümbüşü, başınızı kaldırırsanız Kaçkarların karlı zirveleri... Ve o zirvelerden hızla aşağı akan küçük dereler... Manzaraya hakim olan tek ses, su şırıltısı (ve bir de radyolardan yayılan kemençe gıy gıyı... kemençe sesi bir süre sonra o kadar tekdüzeleşiyor ki, bir parçayı diğerinden ayırt edemiyorsunuz, ancak içinizdeki horon tepme refleksi her daim canlı...)

Ayder'den inişte dere üzerinde birçok eski taş köprü var, çoğu Osmanlılar zamanında yapılmış. Bunlardan birisinde durup fotoğraf çektirmek istiyoruz, yaşlı bir amca gelip "fotoğraf çekturuceğsenuz, bana para vereceğsunuz" diyor.. biz aval aval bakınca da gülerek uzaklaşıyor. Beleş fotoğraf çektirdikten sonra, aklıma birkaç yıl önce Çayelindeki benzer bir köprünün yanında konuştuğumuz teyze geldi. Bana demişti ki, "gavurun biri aha buraya geldu, ayağuna lastiklu bir ip bağladu, kendinu göprüden aşağı attu.. deli midur nedur?" biraz düşünüp de jeton düşünce, bungee jumping'i kastettiğini anladım. Aslında köprü yüksek de değildi, ama arkadaşın fantezisi vardı herhalde...

Ayder dönüşü Çamlıhemşin'e gelip, sola döner ve Fırtına Vadisi boyunca tırmanmaya devam ederseniz, birkaç km ötede Doğa Otel'e ulaşırsınız. Yıllarca Paris'te yaşamış bir çamlıhemşinli amcamızın açtığı ahşap otel tam dere kıyısında ve atmosfer harika... Sadece kuş cıvıltısı ve dere sesi duyuluyor, ama geceleyin derenin şorultusundan bol bol tuvalete kalkmak gerekir gibi.. Burada kalan birisinin aklına kesinlikle e-maillerini kontrol etmek gelmez. Otelin kıyısında dereye elimi soktum, on saniye zor tuttum; çıkardıktan sonra elim bir kaç dakika boyunca soğuktan "yandı".

Tekrar Ardeşen'e dönüyoruz, yol üzerinde alabalık çiftlikleri var. Bir laz girişimci, eski takasını derenin kenarına çekmiş, lokanta yapmış, üstüne titanik yazmış müşteri bekliyor... Fırtına deresine özgü benekli alabalıklar, o müthiş akıntıya karşı, yukarı doğru yüzüyorlar ve yumurtalarını derenin kaynağına yakın bir yere bırakıyorlar. Bakalım dere üzerindeki Güroluk barajı yapılınca, baraj duvarını nasıl aşacaklar?

Minibüsle Hopadan Borçkaya gidiyoruz, çok yaşlı, iki büklüm bir teyze minibüse el ediyor. Şöför geç farkedip 100 metre ileride duruyor. Kadıncağız minibüse nasıl yürüyecek diye arkamı dönüp bakıyorum ki, teyzem müthiş bir depar atıyor... Birkaç km. ötede, çok güzel manzarası olan Cankurtaran geçidinde teyzem inmek istiyor. Minibüs, yol kenarında platform gibi bir yere yanaşınca, biz de şöförden bir fotoğraf çekmek için izin istiyoruz. Teyzem bizden önce iniyor, platformun kenarında gözden kayboluyor. Eyvah, düştü mü derken bakıyorum, benim kenarından bakarken başımın döndüğü diklikte bir patikadan aşağı tam gaz inmekte...

Minibüs yolcu alıp indirirken, şöför ara sıra "yol üstündeyiz" diyor. Önceleri anlamını çıkaramıyorum, sonra anlaşılıyor ki, "sağa yanaşamadım, çabuk inip bin" anlamına geliyormuş. Gerçekten de, "yol üstündeyiz" emrini duyan yolcular, hiç nazlanmadan minibüsten içeri/dışarı kendilerini atıyorlar.

Borçka-Artvin arasında baraj inşaatı yüzünden, yol sık sık kapatılıyor; önceden açık olduğu saatleri bilmek lazım. Yolun kapalı olduğu bölüme geliyoruz, bizle beraber bekleyen bir kaç araç daha var. Çuval yüklü kamyonun birisinin kasasını açıyorlar, çuvalların bir kısmını indiriyorlar ve kamyonun kasasının ortasında, çuvalların altında bir araba beliriyor. O da nesi demeye kalmadan, arabanın kapıları açılıyor ve bir kaç amca arabadan iniyor.. manzaraya karşı gülmeye başlayınca, amcam da gülüyor ve beni iyice dumura uğratmak için "çuvalların altında bir de ögüz var" diyor...

Yol açıldı, Borçka-Artvin arasında deli Çoruh'un vadisinde nefis bir manzarada gidiyoruz. Söylenene göre, Çoruh bu sene çok sakin akıyormuş. Bu da barajcıların işine geliyor, yoksa Çoruh kendine kolay kolay gem vurdurmazmış. Dünyanın en yüksek debili ikinci akarsuyunun üstünde birkaç tane baraj projesi var, üç tanesi inşa halinde : Borçka, Deriner ve Muratlı barajları. Özellikle Deriner Barajı 300 metre yüksekliğe yakın baraj gövdesi ile, dünyanın sayılı barajları arasına girecek ve bölgenin coğrafya ve klimasını değiştirecek.

Deriner barajı, Artvin'in çıkışında, çok derin bir vadinin su tutması ile oluşacak. Baraj şantiyesinin yanından araba ile tırmanırken, 300 küsür metre aşağıda kalan vadiyi görünce tüyleriniz ürperiyor... Ancak barajlar konusundaki en büyük sorun, Çoruh'un çok fazla taş, kaya, vb. taşıyan bir nehir olması. Bu da baraj alanının çok çabuk dolmasına ve barajın ömrünün kısalmasına sebep olacakmış. Gene de bu barajların inşaatı hayli feasible deniyor. Çoruh'ta rafting yapmak için son birkaç seneniz, elinizi çabuk tutun..

Baraj inşaatları herhalde en çok Çoruh'un Gürcistan'a girdiği Muratlı köyünün Jandarma komutanını sevindirecek. Yaklaşık ayda iki kere, sınırdaki Gürcü meslektaşları ile buluşup, Çoruh'a kapılan vatandaşların cesetlerini teslim almak gibi sevimsiz bir görevi varmış. Ancak son zamanlarda, sınıra yakın bir yerde nehir üzerine metal ağ germişler...

Baraj inşaatlarının görüntüsü o kadar dehşet verici ki, bakır için yaptığım çağrıyı tekrarlamak istiyorum : elektrik çok zor üretiliyor, bir çok insanın hayatına ve doğanın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Her zımbırtının elektriklisini kullanmayalım ve odadan çıkarken ışıkları kapatalım...

Artvin bir dağın yamacına kurulmuş. Şehre dik bir yoldan döne döne çıkıyorsunuz. Şehirde bir düzlük bulmak çok zor; zaten cadde ve sokak isimleri de bunu gösteriyor : dik sokak, bayır sokak, iniş sokak, vb... Insanlar temiz ve güleryüzlü, kondisyonları yüksek... Şehirde bir Gürcü havası var; örneğin, şehrin girişindeki "Hers Odgar ve Hodlular Kıraathanesi" kulağa biraz Iskandinav gelse de, Gürcü kökenli bir isim.

Şehrin öbür ucundan çıkıp tırmanmaya devam ederseniz, Kafkasör yaylasına ulaşıyorsunuz. Yaylanın kendisi kadar, yaylaya gidilen yolun manzarası da harika. Yaylada bir boğa güreşi arenası var, ama buradaki güreşler Ispanyol usulü değil, boynuz boynuza tokuşuyorlar. Yani, boğa boğaya ve daha adil bir güreş. Yaylaya güzel bir restoran kurulmuş, ilerisinde bir çam ağacının altında "loca" şeklinde bir masa kondurulmuş, masaya servis için de karadenize özgü küçük bir teleferik sistemi kurulmuş... Rakınız bittiğinde sepete koyup ipi çekiyorsunuz, mutfakta doldurup size gönderiyorlar...

Artvin'den çıkıp Deriner baraj inşaatı varyantını aşınca, yol üçe ayrılıyor; Yusufeli, Ardanuç ve Şavşat yolları. Yusufeli yolu, Çoruh vadisi boyunca devam ediyor. Ardanuç yolu, çok dik ve derin bir vadinin tabanını izliyor; yanınızdan yükselen duvarlar, neredeyse yukarıda birleşecek gibi... Hani yağmur yağsa, yol ıslanmayacak... Yol üzerinde Cehennem deresi vadisi yer almakta. Vadinin girişindeki ilk 50 metre, bir insanin ancak sığacağı genişlikte; daha sonra, genişçe bir düzlüğe açılan bu kanyonun birkaç km devam ettiği söyleniyor. Bölgenin coğrafyası, grand canyon'un minyatürü gibi...

Yol üzerinde yaklaşık 1500 yıllık Ferhatlı ve Gevhernik kaleleri var; ancak dağlar o kadar sarp ki, kalelerin "kale" olduğunu anlamak, onları dağdan ayırt etmek için uzun uzun bakmak lazım (şaşı bak şaşır gibi...) Eski Ardanuçta 450 yıllık Iskender Paşa Camii var, çok mütevazi ve ağaç işçiliği etkileyici... Caminin avlusunda, ilk kez renkli çiçek işlemeli mermer mezar taşlarına rastlıyorum.

Şavşat (Gürcü dilinde kara orman) yolu ise, Çoruh'un kollarının birisinin vadisinden devam ediyor. Akarsu üzerinde bir çok ahşap köprü var.. adım attığınız an yıkılacak gibi duran köprülerin üzerinden çobanlar öküzlerini geçiriyor...Şavşat bence bölgenin en güzel ilçesi, Şavşattan itibaren peysaj inanılmaz güzelleşiyor, orman ve bitki örtüsü daha da çeşitleniyor, Avusturya-İsviçre Alpleri benzeri bir manzara başlıyor.

Avusturya-İsviçre Alpleri ile Karadeniz arasındaki en önemli fark bence şuydu; Karadeniz'de doğa, hiç el değmemişcesine vahsi bir görüntü sergilerken, Avusturya ve Isviçre'de sanki ülkenin tamamı bir bahcivanın elinden çıkmışcasına kesilmiş, biçilmiş ve düzenlenmişti. Ikisi de göze ayrı ayrı hoş geliyor... İşte Şavşat'tan itibaren, doğa gene Alplerdeki gibi, bakımdan çıkmışcasına düzenli...

Yörede deniz kıyısında iseniz mezgit ve istavrit, içerilerde iseniz tereyağda alabalık yiyorsunuz. Ama önce iştah açıcı olarak kuymak alacaksınız... yöresel peynir, mısır unu ve bol, ama çok bol tereyağından yapılan bir bomba...Eğer şansınız varsa, yemeğin ardından şimdiye kadar yediğim en güzel tatlı olan Laz Böreğinden bulabilirsiniz. (Evet, ismi börek, ama kendisi tatlı)

Dönüş yolunda, Of ilçesinden içeri, Uzungöl tabelası yönünde sapıyoruz. Burada bitki örtüsü daha değişik, çayın yerini fındık alıyor... Doğa yine vahşi, dimdik bir tepenin üstünde 3-5 hanelik bir köy var. Nasıl çıkarlar oraya, bir türlü aklım almıyor. Yanımdaki arkadaşım böyle bir tepedeki eve gitmiş, evde buzdolabı, çamaşır makinası... Hadi, kendiniz çıkıyorsunuz da, bunları nasıl çıkartıyorsunuz deyince, yüklüyoruz katıra, çıkartıyor cevabını vermişler.

Tepelerdeki 3-5 hanelik her köyün devasa camileri var. 500 metre mesafeli iki tane küçücük köyde, birer tane Kocatepe ebadında cami bulunuyor. Bunun bir inatlaşma olduğunu anlatıyorlar, bir köy tek minareli cami yaparsa, yandaki iki minareli yapıyor, bir köy iki şerefeli yaparsa yandaki üç şerefeli yapıyor... Zaten fakir olan bu halk, ne yazık ki inatlaşacak başka konu bulamamış.

Uzungöl, kıyıdaki camisiyle ve ahşap binaların ahşap yangın merdivenleri ile meşhur bir belde. Gideceklerin aklında olsun, yüksek tepelerle çevrili olduğu için, güneş erken batıyor, gün erken bitiyor... Gölden yukarı doğru çıkan köy yollarından biraz tırmanınca, herkesin bildiği o meşhur manzarayı görebiliyorsunuz.

Tekrar Trabzon havaalanına dönerken, Artvin vadilerinde ne kadar çok yıkılmış kilise, Trabzon vadilerinde de ne kadar çok betonarme cami gördüğümü hatırlıyorum. Yörede konuşulan dil ve lehçe sayısı, coğrafi büyüklüğe oranla çok fazla. Bu kültürler arasındaki farklılıklar mı, yoksa benzerlikler mi daha ağır basıyor diye düşünüyorum. Aklıma, aynı yörede anlatılan, dev bir yılanın kralın altın postunu koruduğu Gürcü efsanesi ile, kışın bile uyumayan yılanların Hz. Hızır'ın namaz postunu korudukları Türk efsanesindeki şaşırtıcı benzerlikler geliyor. Kültürel çeşitliliğin, Türkiye'nin en büyük zenginliklerinden birisi olduğuna tekrar emin oluyorum.

Onur

Kaynak : Gördüklerim, duyduklarım
Not : Gördüklerimi ileride unutmamak için kendime yazdığım bir yazıdır.
 

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler