Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır. |
|
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |
Sümele Manastırı
Utkan Ekinci |
Sümele Manastırı |
|
Ocak ayında askerdeyken bir cuma günü öğleden sonra ofiste
iki arkadaş oturuyorduk. Hava soğuk (-26 C), yapacak iş yok, şafak
20, savaş çıkabilir, bir çok arkadaşın sınır görev emri çıkmış,
kısacası canım çok sıkılmıştı. Kantinde bizimle beraber çalışan
bir astsubay vardı, geldi "Hadi Trabzon'a gidelim" dedi. Ağrı,
Patnos'tayız. Yol en az 8 saat, her yar kar, sis, tipi bazen göz
gözü görmüyor, Zigana ne alemde bilen yok, sonra oralar sakat
bölgeler, izin almadan çıkarsak suç kapsamına giriyor. Napalım ne
edelim derken, kırdık kafayı bastık çıktık yola. Erzurum'dan
sonra, tipi öyle bir bastırdı ki, en fazla üçüncü vitese
çıkabiliyorduk. Zigana'da araba artık yolu tutamıyor, virajları
arabanın önü alıyor, arkasını dışa doğru atıyor, çoğu zaman yan
yan iniyorduk. Sadece sorun kar da değildi, tepelerden kayalar
yuvarlanıyor, yolu taşlar kaplıyordu. Yine de, tipinin
sakinleştiği yerlerde bazen bulutların arasından süzülen ay
ışığının altında, yanımızda yükselen dik kayalar, bu kayalara
büyük bir istekle tutunmuş ağaçlar, bu ağaçların üstüne serpilmiş
beyaz yağlı boya, ve kayaların parlak yüzeyinden yansıyan ışığın
altında uçurumun manzarası çok güzeldi. Topraktan kalkan kar önce
fırtına oluyor, her tarafı kaplıyor, sonra rüzgarın hıncı geçince,
aldığı güçle sakin sakin süzüle süzüle toprağa geri dönüyordu. Neyse bu hengamenin sonunda gece saat 4 gibi biz Trabzon'a vardık. Cumartesiyi şehirde geçirdik. (Trabzon apayrı bir konu, o daha sonra...) Pazar günü öğlen Sümele'ye doğru hareket ettik. Gümüşhane'ye giden yoldan ismini hatırlayamadığım bir ilçenin girişinde manastıra giden yola saptık. Dar asfalt bir yoldu, yine o bölgede her uçurum kenarında olduğu gibi yolu taşlar kaplıyordu. Hemen yanımızdan akan bir çay büyük bir çoşkuyla çağıldıyor, tepeden inen kar suyunu denize götürüyordu. On-onbeş dakika sonunda son noktaya vardık. Manastıra çıkan dağ patikasının başladığı noktaya, bir tesis kurmuşlar. Tesise dönüşte uğrarız deyip, bizi iki gündür hayalini kurduğumuz manastıra çıkartacak, patikaya yöneldik, yanlız bir sorun vardı, yol çok dikti ve buzlanmışıt. Diğerleri ayaklarında asker postalıyla gelmişlerdi, ben normal kışlık bir ayakkabı giymiştim, ve on metre bile çıkamıyordum. Yapacak bir şey bulamayınca ben de ayakkabının üstüne bir çift çorap geçirip yola koyuldum. Çoraplar, yeri geldi mi 45 dereceye varan yolu, kalın buz tabakasına rağmen çok iyi tutmuştu. Ağaçların arasında bir sağa bir sola döne döne tırmanmaya başladım. Yol zaten çok dardı, birde aşağı inenler oluyordu, bazen durup inenleri beklemek gerekiyordu. Öyle bir yolda insan kamyon gibi davranmalı, çünkü hızlanırsanız, durmak için yere yatmanız yada ağaçların yola eğilen dallarını yakalamanız gerekiyor. İlk 500 metre manastırı görmenin verdiği heyecanla geçti, ama sonra iş çok yorucu olmaya başladı. Artık nefes nefese tırmanıyor, kısa aralıklarla mola veriyordum. Çam dallarının arasından vadinin çok güzel manzarası vardı. Hayretle karşıladığım şey, ağaçlar uçuruma tutunmuş, normal yüksekliklerine kadar kırılmadan ulaşmış olmasıydı. Üstlerine yapışan karın ağırlığına rağmen, büyük bir azimle dallarını güneşe uzatmışlar, hafif dağ rüzgarında salınıyorlardı. Bir de güneş azıcık kendini gösterince üstlerine düşen buz taneleri, bir ışık halesi oluşturdu, ve salınıma renk kattı. Biraz manzaraya bakıp, biraz konsantre bir tırmanışla, manastırın kurulduğu dev kayanın dibindeki merdivenlere ulaştım. Merdivenlere kar düşmüştü, üzerinede kuru yapraklar serpilmişti. Dante geldi aklıma, "Cennetin ve Arafın kapılarındaki merdivenler, her basamak bir erdemi, bir sözü, bir amacı simgeliyor, merdivenlerin sonunda oturan melekler sizi bekliyor." Acaba o zaman keşişler, manastırlara böyle bir hava vermek için mi yapmışlar bu uzun merdivenleri? İlk on basamaktan sonra dallar önümden çekildi, ve manastır bütün haşmetiyle karşıma çıktı. Aynı ağaçlar gibi imkansızı başarmıştı. Tutunduğu bir kök yoktu, keşişlerin bütün inancıyla yoğrulan tuğlalar bir bir demirlere geçirlip, kaya bloğuna yerleşmiş, büyümüş serpilmiş, bu müthiş inanç duvarını çekmişlerdi. Şahin tepesi nedir ki bu yapının yanında? Bu nasıl bir azimdir, nasıl taşınmış onca yapı taşı, yaşam malzemesi bu kayaya? Şimdi bile dünyanın işi çıkar insanın başına? Sorularımın cevabını merdivenin sonundaki vinçvari asansör verdi. Taa vadinin karşı yamacında, bizim geldiğimiz yolun sonuna bağlanmış, bir köy yolunun kenarına iniyordu. Ucunda bir çıkrık, herhalde keşişler gün boyu bu yolu kullanıyorlardı, dünyevi ihtiyaçları için. Manastırın girişine geldim, arkadaşlarım bekliyordu beni orada. Hepsinin yüzü kıpkırmızıydı, aynı karda koştuğumuz günler gibi, gözler kısılmış, soluk soluğa normale dönmeye çalışıyorlardı. Ama hepimiz mutluyduk, çünkü çıkmıştık, (Sanki çok zormuş gibi) Neyse, etrafıma bakınıp bizi yönlendirecek bir tabela falan aradım, yok, şöyle manastırın tarihçesinden bahseden bir tablo, yok, en azından bir adam orada bu eseri bekleyen, yok. Yapayanlız, ıssız, sahipsiz bir yer. Manastırın girişine geçtik, yine merdivenler, ama bu sefer dik ve kısa basamaklı. Merdivenin yanlarında bir sürü oda, petekler gibi, hepsinin belli bir amacı var. Sonra tuvaletler, kanalizasyon sistemli. (Biraz farklı ama, kanal direk kayanın altına bakıyor. Çukur gibi bir şey göremedim. Duvarlar tutuna tutuna hole geçtik. Önümüzde bütün vadi, kuş sesleriyle çınlanıyor, üstünde durduğum taşlar, bulutların arasından göz kırpan güneşle dolup taşıyor, inancın evi, vadiye küstah bir bakış atıyordu. Bazı yerleri kale gibi yapılmıştı. Burçların arasından bütün arazi kontrol altında gibi görünüyordu. (Acaba ne savaşlar olmuştur burada?) Sonra yüzümü kayalara döndüm, bütün duvar gravürler, şekilller, tasvirlerle kaplanmıştı. Yüzeyi alçıyla kaplamışlar, üstüne her rengi kullanıp, hikayelerle bezemişler, rumca yazılarla kim bilir neler anlatmışlardı. Sonra baba, oğul ve kutsal ruh tasvirleri vardı her yerde, özellikle kayadan oyulmuş, büyük bir odanın bütün tavanını kaplayan bir tasvir vardı ki, tutulmamak elde değil. Bir kaç resimdeki olaylar bana tanıdık geldi. Birinde yüzü örtülü bir adam, ve erkanı toprağa elini uzatmış, kalkmaya çalışan bir adama bakıyorlardı. Lazarus'un hikayesiydi galiba. Diğer resimlerede dikkatle baktım, ama hiçbirinde neyin anlatıldığını anlayamadım. Tasvirlerde neler olduğunu anlatan yazılara baktım, yok, TASVİRLER ÖZENLE KORUNMUŞ MU, YOK. Tamam söker evine götürürsün, yurt dışına kaçırırsın, yağmalarken duvarları yıkarsan, (Ki pek çok bezeme böylece yok olmuş) ama kardeşim niye kurşun sıkarsın? Evet, doğru, adamlar tasvirlerin karşısına geçip gözlerini vurmaya çalışmışlar. Bir çok adamın yüzü darmadağın, delik deşik olmuş. Bu nasıl bir kendini bilmezlik, bu nasıl bir saygısızlık, her şeyi bir kenara bırak, karşında bin yıllık bir tarih dikiliyor, bilmiyorsan bile saygı duy bir inanca!!! Yine kalktı sinirlerim, orada da aynen böyle olmuştu, hatta ortamı unutup büyük bir sinirle, bağırıp çağırmaya, Trabzon'un insanına büyük bir lanet yağdırmıştım. Zor sakinleştirmişlerdi beni. Büyük bir aymazlık böylesine güzel bir yapıyı zamandan önce tahrip etmiş, günün birinde gelip "Ya bu manastırın malzemesi çok sağlam, dur şurdan iki üç tuğla çıkartalım, bizim evi sağlamlaştırırız." diyenler çıkarsa hiç şaşmam. Hayır en önemlisi, bekçinin görevi saat 16:30'da bitiyor, adam aşağı iniyormuş. Eee, sonra, yazın ben o manastırı akşama doğru söker götürürüm. Bedava yaşıyoruz. Elin oğlu ufacık bir vazoyu bile iki adamla koruyor biz tarihin önünde komik duruma düşüyoruz. Neyse bu kadar sinir yeter herhalde. İndik tabi aşağıya, ama ne komik iniş, biraz kayıp, biraz koşup, biraz yürüyerek. Girdik sonra aşağıda kar suyuyla çağıldayan derenin hemen yanına kurulan kahveye. İçerisi sıcacıktı, türk motifleriyle bezenmiş, ortada bir soba, çıtır çıtır yanıyordu. Kenarda divanlara kurulmuş, bir grup türkü söylüyor, ortamın ruhunu ısıtıyorlardı. Bir garson geldi siparişlerimizi aldı. Ben hala sinir küpüydüm, ağzımı açsam kan kusacağımı biliyorum, sesimi çıkartmadım. Arkadaşlarım benim adıma da bir şeyler söyledi. Önce masaya hamsili, maydanozlu bir krep geldi. Çok güzel yapılmış, kahvaltılık bir şeydi, ismini hatırlamıyorum. Sonra buğulu, dumanı üstünde, alüminyum bir tasda, güzel bir mısır çorbası geldi masaya, ne kadar güzeldi bir bilseniz, bir daha öyle diri, tane tane, sarı mısırlarla süslenmiş bir çorba içmedim ben. Çıktık sonra yola, döndük geriye Patnos'a. İçimde bir hüzün, doğanın harika vadilerinden, bin yıllık tarihten kopmanın verdiği... Sevgiler Utkan 01 Cum 27.06.2003 10:36 [METU-IE-ALUMNI:10999] Sümele Manastırı |
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |