Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır.

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler  

Arşiv

metu-ie-alumni

Kimlik

Yazışma

Köprülü Kanyon

Utkan Ekinci

Doğu Karadeniz:
Onur Ataoğlu

Borçka
Necip Özbey

Sümele Manastırı
Utkan Ekinci

 Bu Refik Bey için,

Lise ikinci sınıftaydım, bahar gelmiş, kurban bayramını hafta sonlarıyla birleştirmişler yine. Koskoca bir 9 gün, hem de en güzel zamanlarda.

Ankara Fen Lisesi'nden ayrılmış İzmir'e dönmüştüm, (Bir ara Fen Lisesi hakkında da yazacağım) yeni bir hayat, tamamen değişmiş bir yaşam biçimi, sonra artık hiç tanımadığım insanlarla dolu bir kent. Korku vardı içimde, ne yapacağımı bilemez, havuza kapatılmış bir balık gibi dolanıp duruyordum.

"Şu dokuz günü değerlendirmek lazım." dedi annem. "Antalya'ya gidelim, hem amcanları görürüz".
Bir gün sonra Antalya'daydık. Şehir çok güzel, uçurumun kenarına kurulmuş, antik bezemeler, sürekli tatil hissiyle ürpertiyor insanı.

Tatilin ikinci günü Köprülü Kanyon'a gitme kararı aldık. Önce Alanya, daha sonra kuru bir sapaktan içerilere, kanyonun merkezine doğru başladı yolculuğumuz. En az bir saat yol aldık Toros'lara doğru. Yanımızda önce uslu uslu, sakin akıyordu nehir. Merkeze yaklaştıkça hırçınlaşmaya başladı. Sanki bir boğa gibiydi, yavaş yavaş sinirleniyor, ama öfkesini alınca onu hiç bir şey durduramıyor. Terbiyesini takındığı yerlerde etrafını sazlık kaplamış, bir sürü böcek geziniyor, ağaçların polenleri ve çiçek serpintileri arasında kurbağalar günün önemli konularını büyük bir hevesle tartışıyor, sonra nehirlerin kendi özgü o çamurlu ve topraklı kokusu, bazen başımı döndürüyordu. Tabi alışmışız şehir yaşamına, açık hava çarpıyor insanı. Ama yükseldikçe biz deniz seviyesinden, kaprisleri öne çıkıyordu denizin kız kardeşinin. Her yer kızımız tarafından bir güzel süpürülmüş, zımparalanmış, pürüzsüz açık kahverengiden siyaha kadar bulamaç gibi dokusuyla kaya kütleleri. Sanki nehir almış alçıyı vurmuş kenarlarına...

Sonunda kanyonun merkezine geldik. İki yanı yaklaşık 60-70 metre yüksekliğinde sarp kayalarla sıkıştırılmış, kil rengine bürünen arka fonunun içinde, kayaların yarattığı ters akustik etkisiyle büyük bir gürültüyle çağıldayan nehir doğanın öfkesini yansıtıyordu. Köprülü Kanyon'a ismini veren, su seviyesinden bir 20-30 metre yükseklikte, trabzanları olmayan, Selçuklu zamanından kalma köprüler gibi kilden yapma tuğlalarla örülmüş, insana pek sağlam gelmeyen ama karşıdaki güzellikleri görmek için geçmek zorunda olduğunuz 6-7 metrelik bir köprüydü.

Arabayı bırakıp karşıya geçtik. Yol bitmişti artık, dört tane ufak patikaya bölünmüştü. İkisi aşağı inip, nehirin büyük öfkesini yakından görmek isteyenler için, ikisi de tepeden dolanıp ses bombalarıyla donatılmış doğal cehennemin, şöyle kuş bakışı bir planını görebilmek için. Yolun bittiği nokta da kayalardaki oyukların etrafındaki kalabalığı gördüm. Anneme döndüm, "Yörük kızları var oyuklarda" dedi. "İşleme yapıyorlar, bakarız dönüşte"

Biz aşağıya inen bir patikayı tercih ettik. Suyun kenarına inice daha bir iyi anladım, nehrin çığlıklarını. Su büyük hızına rağmen çok berraktı, dikkatli bakarsanız içinde hızla denize doğru büyük bir hevesle giden balıkları görebilirsiniz. Güneş iki büyük kaya bloğunun arasından sıyrılıp suya düşüyordu, büyük kaotik hareketin içinde bir oraya bir buraya yansıyıp, bazen gözüme bir iğnecik batırıyor, bazen de kayalara suyun kırılganlığını yansıtıp Torosların görebilenler için bestelediği senfoniye renk katıyordu.

Sonuna kadar gittim. Gidebileceğim son noktada kayalar dikilmişti karşıma. İki blok birleşmek için elinden geleni yapmış, ama Torosların kar suyuyla beslenen ulu nehirin yine kıskançlığı tutmuş, onları bir metre de olsa ayırabilmişti. İki genç ellerinde bir kaç torba bu aralıkta tehlikeli bir oyun oynuyorlardı. Ayaklarını kayaların en uç noktalarına koymuşlar, artık maksimum hıza ulaşmış suya ellerindeki torbaları sokup, aralıkta sıkışan alabalıkları tutmaya çalışıyorlardı. Biraz izledim onları, ama hiç balık yakalayamadılar. Bir kere torbayla olmaz bu iş, su zaten delirmiş, bağırıp çağırıp duruyor, sokarsan içine bu kadar uyduruk malzemeyi sonu hüsran olur.

Döndük neyse geriye, bu sefer bizi aşağıya indiren patikaya girmeden, bir üstekine çıkan küçük bir merdiveni aştık, ve bu sefer kanyonu tepeden izlemeye başladık. Normalde babam o tip yerlerde pek insan içine karışmayı sevmez. "Doğa doğanın ve insanın kendisine sunduğu resmindir." der. Ama biraz bahtsızdır bu konu da. Nerede böyle bir hava takınsak hemen dolar taşar etrafımız insanlarla. Orada da öyle oldu tabi ki. Biz bir üst patikaya çıktığımızda ortalıkta kimse yoktu. Babam beş metre yürüdü patikada, bir ekip takıldı peşimize, bir kaç dakika sonra şöyle bir dönüp baktım arkama. Babam kıpkırmızı sinirden, arkasında bir grup sanki o rehber kanyonu gezdiriyor onlara. Gülüşürken biz bu duruma, daha önce bahsettiğim yörük kızlarının oturup nakış işleri yaptığı oyuklardan birinin önüne geldik ve ben hayatımda şu ana kadar hiç hissetmediğim kadar büyük bir güçte çarpıldım.

O da diğer arkadaşları gibi oturmuş elinde ufak iki tel, dantelini örüyordu, ben ekibi incelerken kafasını kaldırmıştı. Gözleri cam yeşiliydi, çok hüzünlü, ama sert, delici bir bakışı vardı. Kitleyip atmıştı beni, gözlerinin yakut yeşilliğinde erimeye başladım. Sadece sesler vardı; Sanki yüzyıllarca öncesinden gelen bir çağıltı, suyun kayaları döverken çıkardığı ses, kanyonu gezenlerin cıvıldaması, kalbimin düzenli atışı... Bir şey eksikti, farkettim o anda nefes almıyordum. Sanki vücudum ayrıydı benden. Nefes almak istedim, ama yörük kızının güzelliği izin vermiyordu. Çok kötü vurulmuştum ona, o da bana, hissediyordum, ama kopamıyordum. Sonra annem geldi yanıma, omuzuma elini koydu, uyandırdı beni. Bu arada kızın annesi de yanındaydı, kızının vurgunluğunu o da fark etti. Dürttü onu hafifçe, kız da uyandı rüyadan, yanakları kıpkırmızı olmuştu, hemen başını eğip hızlı hızlı işlemeye devam etti...

Kanyondan çıktık geri dönüyorduk. Su yanımızda çağıldıyordu, ama aklım başımdan gitmişti bir defa. Neyse durduk biz bir lokantanın yanında. Lokanta aslında bir köprünün üzerine kurulmuştu. Altınızdan su çağlıyor, ağaçlar bu öfkeye karşı saygıyla eğilmiş, güneşin kötü ışıklarından kaprisli kızın tenini koruyorlardı. İkişer tane alabalık söyledik, yanında tabi ki sızma zeytinyağlı bir mevsim salata, buz gibi bir bira... Lokanta çok güzeldi. Tamamı ağaçtan yapılmış, güneşin kötü ışınlarıyla kararmış, kimi yeri çürümüş, o tahtanın kendine özgü sesiyle gıcırdıyordu. Hemen köprünün başladığı noktada bir havuz yapmışlar, içinde alabalıklar oynaşıyordu.

Her yer yeşildi, ağaçlar, toprak, gözlerim ve ruhum...

Sevgiler

Utkan 01

Pzt 14.07.2003 08:12
[METU-IE-ALUMNI:11177] FW: Köprülü Kanyon

Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler