Ben, kendi hesabıma,
markasız bir gelecek hayal edemiyorum. Hayal gücümün
yetersizliğinden de kaynaklanıyor olabilir.
BJK, FB, GS gibi markalar olacak. CHP gibi markalar da...
En iyi bildiğim sektörden, eğitimden gideyim. ODTÜ, Harvard filan
gibi markalar olacak. Bu markalar kaybolsalar da, onların yerini
alacak başka markalar olacak. Güven'in "aynı kalitede üretilip aynı
zeka ile pazarlandığında" deyişinde de, "markaların rasyonel bir
tabana oturmadığı"
varsayımında da, beni huzursuz eden bir şeyler var. Onları da
kestirmeden söyleme kabiliyetim yok. Aşağıdaki bir beyin
jimnastiğidir. Kendi kendime, meselenin etrafında bir akıl yürütme
çabasıdır. İlgilenenler olabileceği varsayımıyla ListEM'e
yolluyorum. İlgilenmeyenler lütfen beni lüzumsuz polemiklere mecbur
etmesinler.
Eğitimin kalitesi, "dışarıda" belirlenen bir değişken değildir. Yani
bir yerlerde kaliteli bir eğitimi üretmenin prosedürleri
belirlenmiş, bir "checklist" oluşturulmuş, herkes onu
gerçekleştirmeye çalışıyor, bu hususta en çok mesafeyi Harvard
kaydetmiş filan değil. ODTÜ EM'nin Kocaeli EM'den daha başarılı
olması, Kocaeli'de uyulamayan bir takım standartlara ODTÜ'de
uyulabiliyor olmasından kaynaklanmıyor. Ama ODTÜ, Kocaeli'den daha
"makbul".
Bu anlamda bakarsak, ODTÜ'nün daha makbul olması rasyonel olmayan
bazı faktörler yüzündenmiş gibi görünebilir.
Ama değil. ODTÜ'yü daha makbul kılan çok bariz bir "rasyonel" var.
Özetleyecek olursam "ODTÜ daha makbul olduğu için daha makbul."
Böyle bakarsak, zaten mevcut "marka"lar da birer "güç"ler. BJK, FB,
GS güçlü oldukları için Vefa, Altay, İzmirspor gibi markaların
tedavülden kalkmasına yol açan bir süreçte ayakta kaldılar. CHP
güçlü olduğu için onun alanında başka partilerin kök salması mümkün
olmuyor. IBM ve Microsoft güçlü oldukları için ayakta kaldılar ve
biz onların ayakta kalmış olmasında çeşitli kaliteler vehmetmek
zorunda kaldık.
Eskişehir Anadolu Lisesi (EAL), eski ve başarılı bir okuldur.
1970lerde Türkiye'nin en başarılı 4-5 okulundan biri oldu hep.
Eskişehir'in milletvekillerinden biri, okulun bulunduğu bölgenin
belediye başkanı, Başbakan'ın başdanışmanı, Anadolu Üniversitesi'nin
rektörü, bazı rektör yardımcıları ve birçok dekanı EAL mezunudur.
EAL bir vakittir çok kötü yönetiliyor. Buna karşılık Eskişehir'in
bir başka ve daha genç Anadolu Lisesi olan Kılıçoğlu Anadolu Lisesi
(KAL) çok iyi yönetiliyor. Okulun fiziksel imkanları çok daha iyi.
Sosyal aktiviteler çok daha yaratıcı. Ama EAL daha yüksek puanla
öğrenci alıyor. EAL'ı tercih etmek irrasyonel mi?
Sanmam. Piyasada kilit mevkilerde EAL mezunu olan çok kişi var ama
KAL mezunu olan yok. Eninde sonunda EAL mezunları, kendi mezun
oldukları okulun fiziksel şartlarını ihya edeceklerdir. Çünkü kendi
değerleri, EAL'ın değerine bitişik. EAL'ın değer kaybetmesi, onların
da işine gelmez. ODTÜ'nün değer kaybetmesinden bütün ODTÜ
mezunlarının zarar görmesi gibi...
Ama diyelim ki, normal şartlarda olması gerekenler olmadı ve KAL ile
EAL arasındaki fark zaman içinde sıfırlandı. Bundan ne KAL'ın, ne
EAL'in ve ne de başka kimsenin menfaati yoktur. Çünkü eğitimin
kalitesinin önemli bileşenlerinden biri, eğitim gören kişinin
istenen bir okulda okuma talebidir. EAL isteniyorsa, EAL'de okuyan
öğrencinin ekstra bir motivasyonu olur ve onun başarısını bu
motivasyon artırır. Yani EAL öğrencisi ile KAL öğrencisi arasında,
ilkinin lehine "taraf tutulur". İkincisinden ilkine moral aktarılır.
Bir anlamda soğuk objeden sıcak objeye ısı aktarmak gibi bir şeydir
bu.
Termodinamiğin ikinci kanununa aykırıdır yani. Ama lokal olarak
gerçekleşen bu işlemle, sadece eğitim alanında değil, her alanda
karşılaşabiliriz. FB, Gençlerbirliğinden oyuncu alır. Daha güçlenir.
Daha çok taraftar kazanır.
Dolayısıyla Gençlerbirliğinin yeni oyuncularını almak için de daha
çok imkan sahibi olur. Piyasa ekonomisi de, özü itibariyle, yoksul
olandan zengin olana transfer esasına göre işler.
Mesele şu ki, tabii olan birbirine muhalif iki eğilim vardır.
Bunların biri, şeyler arasındaki farkları büyütmeye yönelik iken,
bir diğeri farkları gidermeye yöneliktir. Maddi alem, bu iki
eğilimin birbiri ile oyunu "sürecinde" meydana gelmiştir. Farkları
sıfırlayacak olabilseniz, her şey imkansızlaşır. Dolayısıyla, bence
farklar hiçbir vakit sıfırlanmayacak.
Markalar hep olacak. Değişecekler. Yeni markalar ortaya çıkacak.
Eskileri ortadan kalkacak. Marka olmanın şartları hakkındaki
bilgilerimiz ve varsayımlar değişecek. Ama her alanda markalar bir
biçimde var olacak.
Daha önce sözünü etmiştim, bir TV programında reklamcılar
birileriyle tartışmaktaydı. Bir reklamcı "Coca Cola" misalini vermiş
ve reklamcılar sayesinde, Coca Cola içenlerin kendilerini daha iyi
hissetmesinin sağlandığını söylemişti. Biri hemen atıldı. "Madem
böyle bir gücünüz var, su içenin kendini daha iyi hissetmesini
sağlayın" dedi. "Cola"nın, bir anlamda, "rasyonel" bir temeli
yoktur. Yani insan vücudunun kimyası içinde "Cola"ya yer yoktur.
Hatta "Cola"nın bu kimyaya zararı olduğu söylenebilir. Ama insan
vücudunun kimyası, kimyadan ibaret değildir. Kendinizi daha iyi
hissediyorsanız, vücudunuz kendi kimyasına yönelik çeşitli
problemleri aşabilecek ekstra süreçler türetebilir.
Reklamcılar elbette su içmekle kendimizi daha hissetmemizi
sağlayabilirler.
Ama bu, "Cola" vasıtasıyla sağlanan şeyin yerini tutmaz. Yani bunlar
birbirinin yerine geçen şeyler değildir. Orada boş bir havuz var,
biriyle doldurduğumuzda artık ötekine ihtiyaç yok gibi bir durum
değil yani. Her şey kendi havuzunu açar ve orayı doldurur. Türlerin
evrimi tam böyle bir şeydir.
Hayat mütemadiyen varyasyon üretir. Bir türün varyantı, genellikle,
daha önce açılmış olan bir "niche"i doldurmaz, kendi "niche"ini
açar.
Farklar var ve varolmayı sürdürecek. Ama farkların aşırı büyümesini
de tolere etmez tabiat. Diğer bütün oyuncuların bir tek oyuncu
tarafından devre dışı bırakılmasını tolere etmez. Neyse... Şimdi
bunlara girmeyeyim. Ama şunu
söyleyeyim:
Güven'in geleceğe yönelik çıkarımlarında, tabiatın dokusu hakkında
bazı varsayımlar "embedded" olarak mevcut. Güven muhtemelen bunları
"explicitly"
ifade edemez. Ama mesela "her şeyin aynı kalitede üretilmesi"
ifadesi, "şeylerin kalitesi"nin "dışarıda" bir takım ölçülerinin
mevcut olduğu varsayımını gerektirir. Böyle bir şey yok. Otomobil
denen nesne, neticede, 90 kg civarında bir kütleyi bir yerden bir
yere transfer edebilmek için, bir tonluk (şimdiki cipler herhalde
çok daha ağırdır) bir kütleyi transfer etme hadisesidir ve nereden
bakılırsa bakılsın "kalitesiz" bir çözümdür.
Otomobilin kalitesi "kendisinde"dir. "Dışarıda" değil. Otomobil, bir
"kütle transferi" enstrümanı olmak üzere akıl edilmiş olsa da, çok
bambaşka fonksiyonlar üstlenmiştir. Hala da üstleniyor. Yarın da
başka fonksiyonlar üstlenecek. Neticede ulaşılacak bir otomobil
konsepti yok. Herkesin ona yakınsayacağı bir otomobil konsepti yok
yani. Otomobil sektörü, son 10-15 yılda, bir tek otomobil
kategorisinin içinden bir yığın alt kategori üretti.
Spor otomobil zaten vardı ama aile otomobili, ailenin ikinci
otomobili, ekonomik otomobil ve saire gibi.
Bu "her şeyin yakınsamaya çalıştığı nihai --en kaliteli-- model"
varsayımı, bence, benim tartışıp durduğum yığınla varsayımın bir
neticesi olarak zihinlerimizde çok kök salmış. O varsayımlar da
birer marka yani. Onları tüketiyoruz. Niçin onlara ihtiyacımız
olduğunu bile bilmeden tüketiyoruz.
Onlara muhalif bir şeyler söylenince de irkiliyoruz.
Sevgiler
CNT '80 |