Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunlarının bir e-ortamıdır. |
|
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |
Yeni Rekabet Ortamında İşyeri
Organizasyonu ve EM
Çağlar Güven |
İktisatçılar |
|
İKTİSATÇILAR NE DİYOR VE
SONSÖZ
Üretim faaliyeti toplum yapısının belirleyici unsurudur. Yazıda tartışılan örgütlenme sorunları toplumsal gelişmeye şekil veren temel süreçlerle doğrudan ilgilidir. Bu süreçlerin yansımalarını iktisatçıların iktisada yaklaşımlarında da görmek mümkündür. Yazının bu son bölümünde iktisat ekolleri ile işyerinin örgütlenme alternatifleri arasındaki bazı paralellere işaret edilecektir. Adam Smith "Ulusların Zenginliği" kısa başlıklı ünlü kitabında toplu iğne imalatından örnek vererek iş bölümünün yararlarını irdeler. Adam Smith ve Ricardo gibi klasikler ulusal gelirin nasıl oluştuğunu ve paylaşıldığını araştırıyorlardı. Daha sonra 19. yüzyılın sonuna doğru İngiliz ve Avusturyalı iktisatçılar "neoklasik" ekolün temellerini attılar. Bilindiği gibi bu paradigmaya göre iktisadın temel konusu piyasada kararların hangi kıstaslara göre alındığının araştırılmasıdır. Bu yaklaşımın temel varsayımına göre bütün kararlar rasyonel biçimde alınır. Bireysel kararların toplamı piyasalardaki talebi oluşturur. Ekonomi değişim içinde olan talebi karşılayabilecek esnekliğe sahiptir; ayarlamalar yapmak için gereken bilgi ve sinyaller serbestçe oluşan fiyatlardan elde edilir. Görüldüğü gibi bu paradigma mikroiktisada dayanmaktadır. Neoklasik kuramı oluşturmak için yapılan bir diğer kabul tüm faaliyetlerin tam rekabetçi piyasalarda cereyan ettiği varsayımıdır: Bu piyasalarda hiçbir koalisyonun kontrol yetkisi yoktur; arz ve talep serbestçe oluşur, herkes bugün ve gelecek konusunda eksiksiz bilgiye sahiptir ve tüm mal ve hizmetler standartlaşmış olduğundan üreticinin kimliği önem taşımaz. Neoklasik iktisada göre ikame süreci merkezi bir konuma sahiptir; arz ve talep fiyata göre düzgün bir şekilde değiştiğinden pahalı mallar ucuz olanlarla ikame edilecektir. Bu varsayımlarla üretici ve tüketici davranışlarının optimizasyonu gündeme gelmektedir. Böyle bir temelden hareketle ilkin Leon Walras tam rekabetçı ortamda bütün piyasaların temizleneceği, yani arz ve talebin denge fiyatında eşitleneceğini kanıtladı ve neoklasik paradigma böylece "genel denge" kuramıyla tamamlanmış oldu. Bu modele göre piyasa mekanizmalarının kendiliğinden hareketiyle tam istihdam sağlanacaktır; yani "gönülsüz işsizlik" olmayacaktır. Elbette gerçek piyasalarda tam rekabeti engelleyen bir dizi noksan ve kusur olduğu biliniyor. Neoklasik görüş, ekonominin optimal denge noktasına ulaşabilmesi için bu noksan ve kusurların ortadan kaldırılması yönünde reçeteler üretmeye elverişlidir. Buna göre örneğin işsizliğin temel nedeni piyasa mekanizmasının çalışmasını engelleyen sendika ve toplu sözleşme düzenidir. Yine bu görüşe göre piyasaların kusurlarından daha da kötü olan devletin piyasalara girmesi veya müdahale etmesidir. Piyasalarda bireylerce alınması gereken kararlar devlet tarafından alınırsa paradigmanın aksiyonları zedelenmiş olacaktır; devletin seçim ve tercihleri ister istemez onu yönetenlerin seçim ve tercihlerini yansıtacaktır. Buna göre enflasyonun nedeni de bu tercihlerin bir sonucu olarak hükümetlerin karşılıksız para basarak finansman sağlamalarıdır. Bunlardan anlaşılacağı gibi neoklasik anlayışa uygun ekonomi politik, soyut bir modele dayanarak normatif öneriler üretebilmekte, yani soyut düzeyde yapılan kabullerin gerçek hayatta geçerli kılınmasını önermektedir. Görülüyor ki neoklasik anlayış ile fonksiyonel iş bölümüne dayanan kitlesel üretim örgütleri arasında belirgin bir uyum mevcut. İkame edilir türden standart ürünlerin pazarlandığı rekabetçi piyasalarda yapılması gereken maliyetleri düşürmekten başka bir şey olamaz. Dolayısıyla firmalar verimliliği artırmaya çalışacaklar devlet ise rekabetçi koşulların işlerliğini sağlayacak, başka bir şeye de karışmayacak. Neoklasik yaklaşımın sorunlu bir yanı teknolojik yenilik ve ilerlemenin ne şekilde gerçekleşeceğini çok iyi açıklayamaması oldu. Firmaların yenilik peşinde koşmalarını gerektirecek esaslı bir neden bulunamıyordu. Buna rağmen neoklasik analizin 1929 buhranına kadar dünyada olup bitenleri yeterince doğru temsil ettiğine ve açıkladığına inanılıyordu. Buhran ve işsizliğin görülmemiş boyutlara ulaşması neoklasik paradigmanın sonunu getirdi. Neoklasiklerin düşsel dünyasında var olan serbest piyasa modeline Marxistler dışında en önemli itiraz bilindiği gibi Keynes tarafından yapılmıştır. Keynes yatırım harcamalarının toplam gelire bağlı olarak istikrarlı bir şekilde değişmediğine işaret etti. Zaten elde edilen veriler de bunu ortaya koymaktaydı. Bu durumda ekonomi dengedeyken dahi kısa ve orta vadeli işsizliğin ortaya çıkması açıklanabilir. Piyasa mekanizmaları işsizliği azaltacak etkiyi ancak uzun vadede ortaya koyabilirlerdi; Keynes o zamana kadar da herkesin zaten ölmüş olacağını söylüyordu. Keynes 1929 buhranı sonrasında hükümetlerin piyasalara müdahale ederek parasal politikalarla faizleri, maliye politikaları ile ise talebi kontrol altında tutmaları gerektiğini ileri sürdü. Keynesçi politikalar genel kabul gördü ve yetmişli yıllara kadar bütün kapitalist dünyada uygulandı. Aslında bu dönemın iktisat anlayışını Keynesci olarak nitelendirmek yanlış olur; yeni paradigma daha ziyade neoklasik mikroekonominin Keynesci makroekonomiyle sentezinden oluşuyordu. Üniversitelerde bugün de okutulmakta olan Keynesci-neoklasik paradigma bir çeşit "resmi" iktisat anlayışını temsil eder gibiydi. Yeni paradigma devlet politikalarıyla kamçılanan işgücü talebinin sendikal etkilerle enflasyona neden olabileceğini gösteriyordu. Yani işsizlikle enflasyon arasında ters orantılı bir ilişki olduğu kabul edildi ve bu ilişki "Philips eğrisi" adıyla literatüre yerleşti. Buna göre işsizliği azaltmak isteyen hükümetlerin enflasyonu bir miktar hızlandırmaları yeterli oluyordu. Ne var ki 1973 yılına gelindiğinde petrol krizinin yarattığı işsizliği gidermek için bu yönde izlenen politikalar beklenmedik bir sonuç verdi; enflasyon yükseldi ama işsizlik azalmadı. 1929 buhranı nasıl ki neoklasik paradigmanın sonu olduysa, durgunluk için enflasyon da Keynesci-neoklasik sentezin sonunu işaret eder gibiydi. Bu gelişmeler sonunda Philips eğrisini daha 1968'de reddetmiş olan Milton Friedman'ın başını çektiği yeni sağ bir ekol dikkatleri çekmeye başladı. Bu ekol bir bakıma eskiye dönerek devlet müdahaleciliğini tümüyle reddediyor, bütün açıklamaları bireylerin optimal davranışlarına dayandırmak gerektiğini savunuyordu. Yani Keynesci makroekonomi reddedilirken mikroekonominin altı yeniden çiziliyordu. Geliştirilen "rasyonel beklentiler" kuramı vasıtasıyla enflasyonist beklenti içinde olan işçilerin, reel ücretlerinin düşmesine izin vermeyecekleri, dolayısıyla müdahale yoluyla istihdam artışı sağlanamayacağı vurgulanıyordu. Devlet, enflasyonu ancak monetarist politikalarla önleyebilirdi ve para basılmasına son vermek gerekiyordu. "Yeni-klasik" paradigma diye de anılan bu görüşe uygun radikal politikaların başta gelen uygulayıcıları Başkan Reagan ve Başbakan Thatcher oldu. Özelleştirmenin erdemleri anlatıldı. mevcut olmayan bir serbest piyasanın üstünlükleri yeniden vazedildi. İşsizliğin gönülsüz değil gönüllü olduğu bile ileri sürüldü. Ancak sonunda işsiz kalan Amerikalılar bu politikaların savunucusu olan cumhurbaşkanlarını oylarıyla görevden aldılar. Keynes'den bu yana Keynesci-neoklasik; sentezi reddeden "gerçek" Keynesciler aktivitelerine hiç son vermediler. Bunlara Kenneth Galbraight gibi "kurumsal" yaklaşımı yeğleyen iktisatçıları da katarsak "yeni Keynesci" bir paradigmanın daha oluşmakta olduğu söylenebilir. Buna göre rekabetin, mallar arasındaki ikame sürecinin ve hatta genel denge kavramlarının öyle pek açıklayıcı bir değeri yoktur. Piyasalarda söz sahibi olanlar bireyler ve küçük firmalar değil, güçlü firmaların yöneticileridir. Dolayısıyla bunların izledikleri uzun vadeli plan ve stratejiler önem taşımaktadır. Planlamaya önem verildiğinde pazar payının korunup artırılması, kar maksimizasyonunun önüne geçer. Yeni-Keynesciler ekonominin rasyonellik gibi genel bir aksiyomla açıklanabileceğine fazla ihtimal vermiyor ve gerçek dünyanın gözlenmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Ekonomideki temel sürecin yatırım yoluyla büyüme olduğunu, bunun mevcut yapıyı ve mevcut kurumları sürekli olarak değiştireceğini, değişim istikametinin ise kestirilemeyeceğini vurguluyorlar. Enflasyonun gelir paylaşımındaki kavgadan kaynaklandığını, bunun hem sendikal etkilerle hem de bankaların uyguladığı kolay kredi politikalarıyla körüklendiğini ileri sürüyor ve para arzındaki artışın enflasyonun nedeni değil sonucu olduğunu iddia ediyorlar. Yeni-Keynesci paradigma neoklasik aksiyomları reddetmesiyle daha ampirik ve dolayısıyla nesnel bir bakış açısına sahip olabilir. Ancak bu yazıda bahsedilmeyenler de dahil olmak üzere değişik ekoller arasındaki tartışmalar halen devam etmektedir. Burada bilimsel bir değerlendirmeye kalkışmak elbette söz konusu olamaz. Bu tartışmaların bizim açımızdan ilginç olan sonucu şudur: öteden beri etkisini yitirmeyen ve mikroekonomik düzeyde halen de kabul gören neoklasik yorum bütün noksanlarına rağmen firma politikalarına uzun süre yol göstermiş ve yüksek verimlilikle çalışan kitlesel üretim işletmeleri ortaya çıkmıştır. Bu görüşün temelinde oldukça katı bir determinizm inancının yattığı ortadadır. 1929 buhranından petrol krizine kadar uzanan dönem boyunca neoklasik analizdeki noksanların Keynesci açıklamalarla kapatılmaya çalışıldığı izlenimi elde ediliyor. Ancak dünya ekonomisindeki beklenmedik gelişmeler giderek bütün teorilere meydan okumaya yüz tutar olmuştur. Yeni-klasik görüş doğrultusunda özellikle Anglo-Saksonlar tarafından coşkuyla uygulanan politikaların bu ülkelere ne gibi avantajlar sağladığı pek belli değildir. ABD beklediği rekabet üstünlüğüne bir türlü kavuşamamış, bunun sonucu olarak da umulmadık büyüklükte bir borç yükü altına girmiştir. İngiltere sınaileşmiş ülkeler liginde ikinci kümeye doğru kararlı biçimde yol almaya devam edecek gibi görünüyor. Kısacası ekonomik analizde de optimizasyon ve ona bağlı deterministik görüşlerden bir uzaklaşma kaçınılmaz görülüyor. Muhtemeldir ki belirsizlikleri tanıyan, yenilikçiliği ve niteliksel ilerlemeleri açıklayabilen modellerin ortaya konması gerekiyor. İktisatçılar tatminkar bir paradigmayı belki geliştirirler belki geliştiremezler. Ancak bu alanda sürüp giden tartışmalar da yeni dünya koşulları karşısında ileri sürdüğümüz stratejilerin geçerliliğini destekler mahiyettedir. Kısaca tekrarlamak gerekirse iş dünyasının koşulları kitlesel üretime elveren hiyerarşik örgütlenme ve yönetim tarzının devrini doldurmakta olduğuna işaret etmektedir. Bunun yerine neyin getirileceği fikir olarak belli olsa bile yerleşmiş ve kök salmış yaklaşımları değiştirmenin hiç de kolay bir iş olmadığı dünyadaki ekonomik ve siyasal dengelerin sarsılmasından bellidir. Bu durum karşısında endüstri mühendislerinin görevlerini yerine getirebilmeleri ve mesleğin hayatiyetini sürdürebilmeleri için bazı kalıpları artık terketmeleri, daha çok sorumluluk yüklenmeleri, sorunlara daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşmaları ve bunun mücadelesini vermeleri gerekmektedir . 1. Abernathy, W.J., The Productivity Dilemma, Johns
Hopkins University Press, Baltimore, 1978. |
Ana Sayfa | Etkinlikler | Birikimler | Ülke Gündemi | Biz Bize | Dağar | Siteler | Sanat | Başka Şeyler |